Notice: Function _load_textdomain_just_in_time was called incorrectly. Translation loading for the advanced-ads domain was triggered too early. This is usually an indicator for some code in the plugin or theme running too early. Translations should be loaded at the init action or later. Please see Debugging in WordPress for more information. (This message was added in version 6.7.0.) in /home/muzipmasal/public_html/wp-includes/functions.php on line 6114
Ak Kurt (Tatar Masalı) – Muzip Masal Cini

Ak Kurt (Tatar Masalı)

AK KURT

Eski zamanlarda bir padişah vardır. Onun dört oğlu vardır. Bir gün padişah, karısı ile birlikte, güzel atlar, güzel arabalar hazırlayıp, ıssız kırlara çıkar. Kırda dinlendikleri sırada, gecenin bir yarısında çok sert bir rüzgar esip, bunların çadırlarını kaldırıp, atar. Tam o sırada havadan bir dev padişahı ortaya çıkıp, padişahın yanından karısını alıp, gider. Padişah hemen uyanıp, karısının yanında olmadığını görür ve hemen arabacısını uyandırır, ikisi birlikte padişahın karısını aramaya giderler. Bunlar o gece arayıp, kadını bulamayınca, tan attıktan sonra şehirlerine dönerler. Padişah, at giden yere at, mektup giden yere mektup göndererek, her tarafa adamlarını göndererek, karısını aramaya başlar.

Kadının kaybolmasının üzerinden tam bir yıl geçtiği sırada, padişahın büyük oğlu okulunu bitirip, babasının yanına döner ve babasına:

— Baba, ben okumayı bitirdim. Sen bana annemi aramak için bir yıl izin ver, dedi.

Babası buna:

— İzin verdim, sana neler vereyim? diye sorar.

Babasından kendisine arkadaş olarak yüz asker ve bir yıl yetecek para, azık alıp, anasını aramaya gider. Gittikçe, giderler. Ay gidip, yıl gidip, dolaştıkları yerde sarmaşık bitip, durdukları yerde kızıl güller bitip, taşta darı yetiştiğinde, buzda buğday yetiştiğinde, onu çatır çutur biçince, bunlar çok sık bir ormanın içine ulaşırlar. Bu ormanın içinden, bilek boyu piponun boşluğu ile gittikleri sırada, bir su kıyısında çayırlık bir yere ulaşırlar.

O sırada padişahın oğlu düşünür ve: “Biz burada bir gün dinlenip, atlarımızı doyurup, gideriz.” der. Arkadaşları, atlarından inip, çadırlarını kurduktan sonra hemen su aramaya giderler. Suyu getirip, yemeklerini pişirip, yedikleri sırada, padişah oğlunun çadırına bir ak kurt gelip selam verir ve:

— Ey, ahmaklar, kimin izni ile benim ormanıma girip, yerlerdeki çimenleri çiğniyorsunuz? İzin yok, hemen çıkıp, gidin, der.

Padişah oğlu:

— Sen, kendin, nereden geldinse, oraya git. Bak benim yüz askerim var, şimdi seni vurdurur, öldürürüm, der.

Ak kurt, bu sözlere öfkelenip, onlardan hemen oradan çıkmalarını ister ve onları kovar. Onlar yine de çıkmayınca, ak kurt öfkelenip, bunlara bakarak, bir dua okuyup, üfler, hepsi orada taş kesilirler.

Şimdi biz gelelim padişahın kendisine. Beş ay oğlundan haber bekler. Altı ay bekler, oğlundan hiçbir haber gelmez. Bir yıl geçtikten sonra iki ortanca oğlu da okuldan dönerler. Hâl hatır sorduktan sonra, bunlar da babalarından izin isterler:

— Biz de annemizi aramaya çıkalım, derler.

Padişah bunlardan tarafa bakıp:

— Büyük ağabeyiniz gideli şimdi bir yıl oldu, hiçbir haber yok. Şimdi ben, sizden ayrılıp, bir kendim ne yaparım? der. Bunlar babalarının “ah vahına” bakmadan, her gün izin isterler.

Bunlar çok fazla ısrar edince, günlerden bir gün babaları bunlara da bir yıllığına izin verir.

— Fakat bir yıldan fazla dolaşmanıza izin yok, der. Bunlar da babalarından yüzer atlı asker alıp, bir yıllık para, yiyecek içecek alıp; ağabey kardeş, babaları ile vedalaşarak, iki yüz iki kişi yola çıkarlar; sabah giderler, akşam giderler, art etekleri yerden gider, tükürükleri belden gider, at üstünde yatıp, ağaç silahlar atıp, boyunları kalınlaştığı, suratları turgay gibi olduğu sırada, aynı ormanın kenarına varırlar.

Bunlar da çok güzel, sulak ve çimenlik bir yere gelirler. Dinlenmek için dururlar ve atlarından inip, çadırlarını kurarak, su getirip, yemek pişirirler. Yemeğe oturdukları sırada, aynı ak kurt gelip, önceki gibi:

— Kimin izni ile gelip, bu kadar asker ve atlarla ormandaki çimenleri çiğneyip, gelip, girdiniz? der. Hiç izin yok, deyip, bunları kovmaya başlar.

Bu padişahın oğlu iki yüz atlı askerine güvenip, kurttan daha fazla öfkelenerek:

— Sen, kendin, nereden geldinse, oraya git, der.

Bunlara iyilik ile bir süre söyledikten sonra, dinlemeyince, ak kurt önceki gibi bir sihir okuyup, üfürür ve bunlar da taş kesilirler.

Şimdi biz yine padişahın kendisine gelelim. En büyük oğlunun gidişi iki yıl, ortancalarının bir yıl olduğu sırada, en küçük oğlu medreseden döner. Geri dönünce, babasından hâl hatır ve ağabeylerini sorduktan sonra, padişah buna:

En büyük ağabeyinin gidişi iki yıl, ortancaları bir yıl oldu, hiçbir haber yok, der. Bunu işiten, en küçük oğlan:

— Onlar dönmediğine göre, bir hâl olmuştur. Bana da izin ver de ben de gideyim, der.

Padişah:

— Ben senden de ayrılınca, kime bakıp, dururum, kaybolanlar kaybolsun, ama sana hiç rızam yok, der. Bu babasına gündüz gece rahat vermeden sorup durunca, babası istese de istemese de buna da izin verir. Babası buna izin vermek istemedikçe, o:

— Baba, ben senden asker isteyip, azık isteyip, seni üzmüyorum, bana sadece bir yıllık, nereye gidersem gideyim, yetecek kadar para ver, der. Bunun üzerine babası yeterli parayı verir.

Oğlan; çok güzel bir ata, güzel bir eyer atıp, Allah’a ısmarlayıp, yola çıkar. Bu günden sonra, çok aylar, günler, saatler, dakikalar gittikten sonra, ağabeylerinin yattığı ormanın kenarına bu da tek başına varır. Bu da ormanı geçmek için giderken, yol boyunda büyük bir alana rastlar ve: “Günlerden beri atımı dinlendirdiğim yok; burada biraz durup, onu doyurayım.” der ve atından inip büyük bir kavak ağacının budağına atın başını yukarı kaldırıp, bağlar. Boynundaki silahını hazırlayıp, kendime yemek için bir kuş avlayamam mı acaba, deyip, ormanın içine girer. Daha on adım gitmeden, aynı ak kurt gelir ve:

— Ey delikanlı, sen burada ne yapıyorsun, nereye gidiyorsun, nerden geldin? Burada benim iznim olmadan yerleri çiğnemek mümkün değil, başka ormandaki kuşları avlamaya git, der.

Delikanlı, kurda:

— İşte şu görünen kuşu avlayıp, kendime kızartmayı düşünmüştüm. Çok yoruldum. Çok uzak yerden geldim. Sen böyle dediğine göre, senin iznin olmadan ben burada bir iş yapmam, kuşunu da avlamam, atımı da doyurmam. İşte görüyorsun, atımın başını yukarı kaldırıp, bağladım. Çıkıp gideyim, der.

Kurt:

— Şimdi, delikanlı, ben seni görüyorum, kendin güzelsin, sözün de tatlı, karşı gelen hiçbir şeyin yok. Böyle olunca, ben sana ormanımda dolaşmaya, atını doyurmaya, kuşlarımı avlamaya izin verdim. Dilediğini yap. Sadece işte bu görünen kuşu avlama. Ama bak, ilerdeki büyük kavak ağacının ardında bir kuş var, kavağın başına konmuş. Git de onun göğsüne nişan alıp, at. Bir atışta yığılır ve düşer. Ondan sonra getir ve temizleyip, pişir. Yemek yemeye ben de gelirim, der ve kendi yoluna gider.

Delikanlı kurdun sözünü dinler; kavağa yaklaşıp, kuşu görünce, göğsüne nişan alıp, silahının çakmağını çeker; kurşun, tam kuşun göğsüne varıp, değer ve kuş sallanıp, düşer. Sonra delikanlı, atının yanına götürüp, kuşu temizler. Kendi çadırını kurup, yemek hazırlar ve atına ot verip, ak kurdu bekler. Bunun çadırının yanına birden bire bir taraftan genç bir delikanlı çıkıp gelir ve buna selam verir. Delikanlı da, güler yüzle karşılık verip, olan yemeği koyup, çadıra bunu da yemeğe çağırır. Konuk delikanlı da, söz dinleyip, çadıra girer. Birlikte oturup, yemeye başlarlar. Karınları çok aç olduğundan, hazırlanan yemeği tamamen yiyip, bitire yazdıkları sırada padişah oğlunun aklına ak kurt gelir ve: “Ona koyacak yemeğim azaldı; neredeyse bitecek, gelirse, ne koyarım.” diye, yüreğine korku düşer.

Misafir delikanlı bunun düşündüğünü görünce:

— Ey dostum, iyi bir şekilde, neşeyle oturduğumuz sırada, niçin keyifsizlenip, gittin. Ne düşünüyorsun, niçin dertleniyorsun? diye sorunca; delikanlı kuş avlamaya çıktığı sırada ak kurdun geldiğini, onun ile birlikte yemek için sözleştiklerini, olan biteni açık seçik, baştan sona anlatır ve:

— Şimdi bu ak kurt gelirse, ne yediririm acaba diye düşünmeye başladım, der.

Misafir delikanlı ona:

— Ey delikanlı, sen onun için kaygılanma. O kurt olarak görünen şey bendim. Benim yetmiş türlü hünerim var, yetmiş türlü şekle girebiliyorum, der.

Bundan sonra delikanlının endişesi geçer. Başka şeyler konuşmaya başlar, kendisinin nereye, ne için yola çıktığını, anasının kayboluşunu, ağabeylerinin onu aramaya gidip de yolda kaybolduklarını, hepsini baştan sona anlatır.

O zaman ak kurt:

— Ey delikanlı, sen o ağabeylerinin sağ olduğunu mu düşünüyorsun? der.

Delikanlı, ona:

— Ben, elbette, onların sağ olduklarını düşünüyorum. Çünkü onlar yanlış bir yola, kötü bir düşünce ile gidecek insanlar değil, üç ağabeyimin üçü de yüzer atlı asker ile para ve yiyecek içecek ile çıkıp, gitmişler, der.

Ak kurt ona:

— Peki sen, o ağabeylerini görsen tanır mıydın? Haydi öyleyse, ben seni bir yere götüreyim, diyerek en büyük ağabeyinin taş kesildiği yere götürür. Üstünde mavili yeşilli bir yosun bitmiş bir taşın yanına getirip:

— İşte bunu sen tanıyor musun? diye gösterir. Sen anlayamazsan, ben söyleyeyim: İşte bu senin büyük ağabeyin, işte o yanında yatan taşlar onun kahraman askerleri. Onlar benim sözüme karşı geldiler ve ben onları bu şekle soktum, der.

Delikanlı, bu taşların ağabeyi ve askerleri olduğunu öğrenince, çok üzülür ve ağlayarak ak kurda onları eski hâllerine döndürmesi içi yalvarmaya başlar.

Ak kurt, delikanlıya:

— Tamam, ben senin sözünü dinleyip, onları eski hâllerine döndüreyim. Ama senin bu ağabeyin ile askerleri senin işine ve sana yoldaş olmaya değer kişiler değil; diriltince de sen onları hemencecik şehrinize gönder, der.

Bundan sonra ak kurt, öteki tarafa bakıp, uzun bir dua okur ve taşların üstlerine üfürür; hepsi sıçrayıp, kalkar; eski hâllerine dönerler, kimisi silahını tutuyor, kimisi atını eyerliyor, kimisi tütün sarmaya başlar. Padişah oğlu, bunları görünce:

— Ey delikanlılar, çabuk olun. Biz çok uzun süre uyumuşuz. Hemen kendi yolumuza gidelim, diye bağırır, bu iki delikanlı gelip, selamlaşarak, neşeli bir şekilde görüşürler. Padişahın büyük oğlu, elbette, bunu tanımaz. Kardeşi, ağabeyine kendisinin kim olduğunu söyler:

— Ey ağabey, ben senin en küçük kardeşinim. Siz benim okuduğum sırada annemi aramaya gitmişsiniz ve yıllardan beri babam sizi beklese de sizden hiçbir haber alamayınca, ağlaya ağlaya kör oldu. Şimdi ben de sizin ardınızdan, babamdan izin alarak, annemi aramaya çıktım. Bu ormana gelince, ak kurda rastladım. Siz ona karşı gelip, kendi kendinizi helak etmişsiniz. Ama ben, onun ile arkadaş olup, sorup, sizin burada olduğunuzu öğrendim ve ondan sizi önceki şeklinize dönüştürmesini rica ettim. O da bana acıyıp, sizi ayağa kaldırdı. Şimdi siz sağ selamet hâlde eve geri dönüp, gidin, der. Bu sözleri işitince, ağabeyi kendi askerleri ile birlikte dönüp, şehrine gider.

Sonra ortanca ağabeylerinin yanına gidip, onları da eski hâllerine dönüştürmesini ak kurttan rica eder. Ak kurt, oğlanın sözünü dinlese de bunlardan hiçbirisini kendine yoldaş olarak almasına razı olmadığını söyler:

Çok gerekli ise, istersen sadece kendinden bir yaş büyük ağabeyini alabilirsin. Diğerleri senin işine yaramazlar, onlar dönüp, gitsinler, der.

Önceki gibi kurt bir dua okuyup, onları da diriltir ve bunlar da ağabeyi gibi vedalaşarak, şehirlerine dönerler. Ama delikanlı kendisinden bir yaş büyük ağabeyini yanına yoldaş olarak alır.

Sonra bu delikanlı, ağabeyi ve ak kurt üçü birlikte, çadırlarına dönerler. Çadıra döndükten sonra, bu delikanlı ak kurda:

— Evet, ak kurt, ben artık yolcuyum, yolcunun yolda olması iyidir. Sen beni tutma. Ormandan çıkıp, gitmeme izin ver, der.

Ak kurt, ona:

— Tamam, ben size izin veriyorum. Öyleyse ben, siz bu ormandan çıkıp, gidinceye kadar, uğurlayayım. Çünkü, bu ormanda yırtıcı hayvanlar var, onlar size zarar verirler diye korkuyorum, der.

Sonra çadırlarını toplayıp, atlarına binerler ve üçü birlikte kendi yollarına giderler. Yolda giderken, ak kurt, delikanlıya:

— Ey delikanlı, sen uzun yol yolcususun, ben bildiğim kadar yolları öğreteyim, belki benim söylediklerimin sana faydası olur. İşte burası benim ormanım. Şu yerden üç gün, üç gecelik yol. Benim ormanımdan çıkıp, üç gün, üç gece gittikten sonra, dev padişahının yerine varırsınız. O dev yerinden üç gün, üç gece gittikten sonra, altmış kulaç kalınlığında altın bir kavağa rastlarsınız. O altın kavağın altında küçükçe bir göl vardır. O göle varınca, onun yanına bir çukur kazıp, ağabeyini bu çukurda bırakırsın. Kendin kavağın bir kenarına bir çukur daha kazarak, kendini gömersin, sadece iki güzün açıkta kalsın. Birkaç saat geçtikten sonra, bu göle bir sürü yılkı gelip, su içerler. Onlar gittikten birkaç saat sonra, göğü gürletip, yeri sarsarak, tufanlar çıkaran, altmış kilometreden ayak sesleri işitilen, altmış kulaçlık ala aygır gelir ve altmış kulaçlık altın kavağın bir tarafına yelesini sürter. Sürtüp, yorulduktan sonra, çok susar ve gölün bütün suyunu içip bitirir ve ağacın yanına gelip, diğer tarafa yelesini sürtmeye başlar. O sırada gölde su bittiğinden, gölün dibinde olan balıkların hepsi yığılıp, kalırlar; ağabeyin onları kendi çukuruna taşısın. Onlar yemek için azık olur. Aygır uzun süre sürtünce, altmış kulaçlık altın kavağı kırar. Onun çatır çutur kırıldığı sesi işitince çukurdan sıçrayıp, çık ve hemen altmış kulaçlık ala aygıra binmeye çalış. Binemezsen, yelesine yapış; yelesine yapışamazsan, kuyruğunu tutmaya çalış. Eğer sen onu yakalayabilirsen, belki anneni bulabilirsin. Onu yakalarsan, o ateşe girerse, ateşe gir, suya girerse suya gir, yapıştığın yerinden elini çekme. Eğer bırakırsan, o zaman helak olursun. İşte bu sıkıntılara katlanabilirsen, anneni bulursun; dayanamazsan, anneni bulamazsın, diye öğüt verir.

Delikanlı:

— Şimdi ben, ne görürsem göreyim dayanırım, annemin yolunda kurban olmaya geldim, hepsini yapacağım, diye cevap verir.

Ak kurt, ona:

— Tamam, delikanlı, ben senin anneni bulacağına inanıyorum. Anneni bulup, şehrinize geri dönerken, benim yanıma uğramadan gitme. Ormanımın dilediğin yerinde durup, atını dinlendirip, dilediğini ye. Ama bana misafir olmadan gitmene hiç rızam yok. Ormanıma gelince, nerede durursan, ben seni kendim bulurum, der.

Delikanlı, ak kurt ile vedalaşıp, onun ormanından çıkıp, gider.

Kurdun dediği gibi üç gün, üç gece gittikten sonra, dev padişahının yerine varıp, ak kurdun söylediği altın kavağın yanına varırlar. İkisi birlikte, hemen gölün kenarına birer çukur kazıp, yer üstünde gözlerini bırakarak, kendilerini gömdüler. Az mı, çok mu yattıktan sonra, bir sürü yılkı gelip, kurdun dediği gibi su içip, ot yemeye başlarlar. Bir saat geçtikten sonra, zelzele koparıp, göğü göğe uçurup, yeri yere vurup, fırtınalar kopararak, altmış kulaçlı ala aygır altın kavağın dibine gelir ve yelesini sürtüp, su içmeye başlar. Göldeki suyun tamamını içip, bitirince diğer tarafa yelesini sürtmeye başlar. O sırada, çok sert sürtünmeye dayanamayınca, altmış kulaçlık altın kavak çatırdayarak kökünden kırılır. Delikanlı hemen, çukurdan fırlayıp çıkar ve ala aygırın yelesine yapışır. Çok büyük olduğundan, üstüne binip, oturamaz. O zaman aygır, yelesine insanoğlunun yapıştığını anlayıp, yel gibi savurup, bir göğe, bir yere bir taşa vurup, alıp, ateş dağına giderler. Ala aygır ateş dağının yanında durup, delikanlıya:

— Ey delikanlı, şimdi sen benden elini çek. Ben şimdi bu ateş dağının öteki tarafına geçeceğim. Onu geçtiğim zaman senin her yerin ateş alıp, yanıp, biter, der.

Delikanlı, ona:

— Ey aygır, benim yanıp, tutuştuğum yerde sen de sağ kalmazsın. Senden elimi çekmiyorum, deyip, elini çekmez.

Ala aygır o saat delikanlıyı üstünden bırakmadan ateşin içine girer. Ateşin içinde delikanlıyı üç saat boyunca dolaştırdıktan sonra, dağın öteki tarafına varıp, çıkarlar. Delikanlının teni pişip, kavrulur ve çok sızlar. Sonra delikanlı ardına dönüp, bakınca, deminki ateş dağı bitmiş, hiçbir şey de kalmamış. Delikanlı kendi kendine: “Bu atın söylediği doğru değilmiş, bu bir şehirmiş.” deyip, korkmadan, atın yelesine daha da sağlam yapışır. Altmış kulaçlı ala aygır delikanlıya yine:

— Ey delikanlı, şimdi elini benden çek, der.

Bunlar böylece dalaşarak, bir denize varırlar.

Ala aygır:

— Şimdi, delikanlı, elini bırak, sen ateş dağından kurtulsan da bu denizden kurtulamazsın. Ağzına, burnuna su dolar, burada suya gark olursun, ben onun öbür yakasına çıkacağım, der.

Delikanlı:

— Şimdi ben senden ayrılmak istemiyorum. Sen nereye gidersen, ben de oraya giderim. Benim ağzıma, burnuma su dolduğunda, seninkine de dolar. Ölürsek, birlikte ölürüz, der. At, sinirlenip, delikanlıyı alıp, denize girer.

Üç gün, üç gece yüzdükten sonra, denizden öbür tarafa çıkarlar. Çıktıkları sırada at delikanlıyı ölsün diye, basışını suya daldırıp, bulandırıp, çıkar; fakat delikanlıya hiçbir zarar gelmez.

Biraz kuru yerde gittikten sonra, sık ve büyük bir ormana varırlar. Bu ormandan serçe geçecek kadar da yol yoktur.

Altmış kulaçlı ala aygır, delikanlıya:

— İşte görüyorsun, nasıl kara orman. Ben bu ormanı parçalayıp, harap edip, öbür tarafına çıkacağım, şimdi sen, sağ vaktinde benden elini çek. Sen ondan çıkıncaya kadar bırakmazsan, sadece yeleme yapışıp, ellerin kalır. Başka hiçbir yerin kalmaz, der.

Delikanlı:

— Bırakmayacağım, ölürsem ölürüm, hiç bırakmıyorum, benim parçalandığım yerde sen de tek parça kalmazsın, deyince, ala aygır, sinirlenip, delikanlıyı ormana götürür. Ormanın koyu ağaçlı bir yerinde delikanlıyı oraya buraya ağaçlara sokup, harap etmek istedi. Ama delikanlıya hiçbir zarar gelmez.

Üç gün, üç geceden sonra, bin sıkıntı ile, bunlar ormanın öteki yakasına ulaşırlar.. Az mı çok mu gittikten sonra, büyük bir dağ, taş arasına gelirler.

Ala aygır:

— Ya şimdi, hemen elini benden çek, bu yerde kal, der.

Ama delikanlı:

— Ölürsem ölürüm, hiç de bırakasım yok, deyince, ala aygır sinirlenip, bunu bir dağa, bir taşa vurup, üç gün, üç gece geçtikten sonra, ağaçsız bir yere varıp, çıktılar. Ala aygır:

— Şimdi delikanlı, sen çok şeyler gördün. Bu sular, ateşler, dağların hepsi dev padişahlığından insanoğlunun geçmemesi için yapılan işlerdi. Artık afetten kurtuldun, üstüme binip, otur da ben seni gittiğim yere kadar götüreyim, der.

Bundan sonra ala aygır, delikanlıyı bindirir ve üç gün, üç gece gittikten sonra, delikanlıdan tarafa bakıp:

— Ey benim dostum, yoldaşım, şimdi ben üstüme düşeni yaptım. Bana bundan ileriye gitmeye izin yok. Sen şimdi benim üstümden in ve bu kum dağının öbür tarafına geçmeye çalış. O kum dağının arkasında kötü devler, kötü aslanlar, ejderhalar bulunuyor. Onların yanına çıkabilirsen, anneni bulursun, der.

Delikanlı ona çok teşekkür edip, üstünden iner, dağın eteğinde kalır. Altmış kulaçlı aygır kendi yoluna gider.

Bu delikanlı, o saat azıcık karnını doyurup, dağın üstüne çıkmak isteyip, dağa tırmanmaya başlar. Biraz tırmanınca, kum kayar ve tekrar aşağı iner. Ne kadar tırmanmaya çalışsa da, kum da kayar ve hiç tırmanamaz. Çok yorulunca, üzülür, annesi aklına gelir. Ağlayarak, şaşkın bir şekilde otururken, havadan bir kara bulut parçasının inip, geldiğini görünce korkar ve baka kalır. Bulut sürekli alçalır. İyice yaklaşınca, delikanlı bakar ki bir kuş, fırlayıp, dönüp, bunun yanına gelir ve:

— Ey delikanlı, haydi benim üstüme çıkıp, otur. Ben seni bir yere götüreyim, der. Delikanlı oturmaya da oturmamaya da karar veremez: “Otursan da helak eder, oturmasan da helak eder.” deyip, Allah’a havale ederek, çıkıp, oturunca, bu kuş hemen gözün görebileceği kadar yere uçup, gider.

Delikanlı havaya yükselmesinden sonra korkmaya başlayınca, kuş:

— Ey delikanlı, sen korkuyor musun? diye sorar.

— Evet, ben korkuyorum, der.

Kuş buna:

— Ey dostum, ben var iken korkma. Sen kendi yiğitliğinle nice tehlikelerden kurtuldun. Şimdi ben seni: “Ala aygır ile bu kum dağına kadar gelmiştir de oradan çıkamamıştır.” diye acıyıp, Simurg kuşu suretine girip, geldim. Ben eski dostun ak kurt. Ben seni şimdi Kaf dağının başına götürür, bırakırım; ondan sonra gitmeme izin yok. Kendin nasıl olsa çıkar ve anneni bulursun, der. Böylece, Simurg kuş delikanlıyı Kaf dağının başına getirir ve: “Artık benim burada uzun süre kalmam olmaz. Hemen kendi yoluma gideyim. Güle güle, Allah yol açıklığı versin.” deyip, vedalaşarak, kendi yoluna gider.

Delikanlı dağ başında çok at ve insan kemiklerini görünce, şaşırır; bir süre durduktan sonra, iki eline iki at kemiğini dayak olarak alıp, dağın bir tarafına doğru inip, gider. Üç ay olunca dağın diğer tarafına ulaştı. Biraz gitmeye başladıktan sonra, bir sürü aslan çıkıp, bu delikanlının üzerine atıldılar. Tam yiyecekleri sırada, aralarından birisi çıkıp, bunlara: “Yemeyin!” dediği gibi, hepsi delikanlıdan uzaklaşır.

Bu şekilde, tam bu beladan kurtulmuşken, daha küçük bir daha rastlar. Dağın başına çıkıp, bakınca, uzaktan parlayan bir şey görüp: “Bu ne acaba?” diye o parlayan şeye bakarak, gider. Parlayan şeyin yanına varınca, dünya büyüklüğünde işlenmiş bir bakır saray olduğunu görür. Bakır sarayın bir penceresinden bakınca, ne görsün: Kırk bir hizmetçi kız uzun bir masaya koydukları insan etlerini yıkamaktadırlar. Bu delikanlı bunları görünce, gönlü incinip, korkarak: “Benim etimi de bu kızlar bu masaya koyup, yıkarlar, ben de bu yerde harap, olurum.” deyip, ağlamaya başlar. Ağlarken kendi kendine, “Ağlamakta fayda yok.” deyip, tekrar gayrete gelip, cesaretini toplar, kapının yanına gelerek, selam verir.

O dakikada çok güzel, kırmızı yüzlü, kara kaşlı bir kız kapıyı açıp, delikanlının selamını alır ve:

— Ey delikanlı, sen insanoğlu musun, peri misin? diye sorar.

Delikanlı, ona:

— İnsanoğluyum, der.

Kız, delikanlıya:

— At gelse, toynağı yanan; kuş gelse, kanadı yanan yere sen insanoğlu olarak nasıl geldin? der.

Delikanlı:

— Benim uzun zamandan beri bir şey yediğim yok, çok açım, beni saraya alıp, biraz yiyecek ver, karnımı doyur, der.

Kız:

— Öyleyse, sen biraz bekle. Benim hanımım, insanoğlu, devin karısı. Ben ondan izin isteyeyim. O ne derse, ben onu yaparım, deyip, gider ve hanımına gidip: “Ey canım sultanım, kapı önüne bir insanoğlu gelmiş. ‘Alıp, biraz doyurun.” diye yalvarıyor. Girmesine izin verir misiniz?” diye sorar.

Hanım:

— İnsanoğlu ise, al, doyur, izin verdim, der.

Kız bunu işitince, kapıya çıkıp, delikanlıyı hanımının yanına götürür. Delikanlı selam verip, hanım ile görüşür. Bundan sonra hanım, bir yere oturtup, kızı yemek getirmeye gönderir. Kız o zaman çeşitli kuş etleri kavurup, getirip, delikanlıya ikram eder. Delikanlı yedikten sonra, hanım, onun yanına gelip:

— Ey delikanlı, sen neredensin? diye sorar.

Delikanlı:

— Ben filan yerin padişahının oğluyum. Ben okumakta iken annem kaybolmuştu; ben, babamdan izin alıp, annemi aramaya çıktım, bu yere geldim. Şimdi bundan sonra nereye gideceğimi ben de bilmiyorum, der.

Hanım, ona:

— Şimdi delikanlı, uzak yerlerden, büyük sıkıntılar görüp, gelmişsin. Eğer, anneni bulup, dönecek olursan, benim sarayıma girip, misafir olmadan gitme. Bu sarayın sahibi yedi başlı dev, dokuz aylık yola gitti. Eğer, kısa sürede dönersen, hiç korkma, benim sarayıma uğramadan gitme, der.

Delikanlı da uğramaya, söz verir.

Hanım yine:

— Ben senin kuru sözüne inanmıyorum. Sen anneni bulmanın neşesinden beni unutursun. Sen unutmazsan, şunu unutmazsın. İşte ben, sana kapıyı açan kızı nikahlayıp vereyim de o burada kalsın. Sen de onu aklına getirip, benim yanıma gelirsin, der.

Delikanlı, buna razı olup, ağabeyi aklına gelir ve:

— Ben burada rahatta yatıyorum, benim ağabeyimin yiyecek yemeği bitip, şaşırıp kalmıştır. Şimdi ben gideceğim yere gideyim, deyip, hanımdan izin ister ve, yol için azık alıp, karısı ile vedalaşarak yola çıkar.

Bu bakır sarayın kenarından üç gün, üç gece gittikten sonra, bir gümüş saraya gelip, çıkar. Gümüş sarayın penceresinden bakar ki, önceki gibi kırk bir hizmetçi kızın masalara yatırıp, insan etlerini yıkayıp durduklarını görür. “Benim de etlerimi şu masaların üstüne yatırıp, bu kızlar yıkarlar mı acaba? diye çok korkar.

Yine gayrete gelip, kapıya varıp, selam verir:

Öncekinden de güzel bir kız çıkıp, bunun selamını alıp:

— İnsanoğlu musun, peri mi? diye sorar.

— Ey kardeş, insanoğluyum. Uzun süreden beri yolda yürüyüp, acıktım. İçeri alıp, biraz doyursana, der.

Kız, buna:

— Benim büyük hanımım var. Ona sorayım, der ve ablasının yanına gidip: “Yolda yorulan bir insanoğlu gelmiş, girip, biraz yemek istiyor.” der. Kız da hanımının sözünü dinleyip, delikanlıyı içeri alıp, önceki gibi hâl hatır sorup, delikanlı bunlara annesini aramaya çıktığını, padişah oğlu olduğunu söyleyince:

— Çok güzel, diyerek ikramda bulunur ve döndüğünde korkmadan benim sarayıma gir, girmeden gitme, der. Hanım: “Sen bunu unutursun. İşte ben, seni kapıda karşılayan kızı nikahlayıp, vereyim, onu aklına getirip, uğrarsın.” der. Hanım, kızı nikahlayıp, verir.

Delikanlı yine üçüncü akşam olduğunda, ağabeyi aklına gelir ve : “Burada uzun süre durmak olmaz.” deyip, yeni hanımı ile vedalaşıp, kendi yoluna gider.

Gümüş sarayın yanından üç gün, üç gece geçtikten sonra, güzel bahçelerin ortasına altından çok büyük bir sarayın kurulduğunu görür.

Delikanlı biraz bakınıp, hayran olur ve gidip, altın sarayın penceresinden bakınca, önceki gibi kırk bir hizmetçi kızın masaya yatırıp, insan eti yıkadığını görür. Önceki gibi yine kapıya varıp, selam verir. Öncekinden daha güzel, bir yüzü ay, bir yüzü güneş gibi çok güzel bir kız gelip, bunun selamını alır ve:

— İnsanoğlu musun, peri mi? diye sorar. Delikanlı, kızın güzelliğine hayran olup, biraz bakakalır ve aklı başına gelince, insanoğlu olduğunu söyler. Bu kız da hanımından izin isteyip, bu delikanlıyı saraya alır ve doğru hanımının yanına götürür.

Hanım ile görüşüp, gösterdiği yere oturur. Getirdiği kuş etlerini yiyip, getirdikleri içecekleri içtikten sonra, delikanlı hanıma bakar ve:

— Ey hanım, sen hangi şehirdensin? diye sorar.

Hanım, buna:

— Ben filan padişahın hanımıyım, filan şehirdeydim, şu dev beni kaçırıp, bu yere aldı geldi. Şimdi benim kayboluşuma filan yıl oldu. Benim dört oğlum vardı. Şimdi onlar büyüyüp, senin kadar olmuşlardır, der.

Delikanlı, ona:

— Ya oğullarından biri senin yanına gelse, sen onu tanır mıydın? der.

— Elbette tanırdım, insan kendi çocuğunu tanımaz mı, der.

— Ya öyleyse, ben kimim? diye sorar.

— Bilmiyorum, der.

Delikanlı:

— Ben senin oğlunum. Ben bunca aydan beri seni arayıp, buraya geldim. Allah’a şükür, senin nurlu yüzünü gördüm, deyip, boynuna sarılır. Konuşup, mutluluktan ağlaşırlar.

Babasının iyi olduğunu, iki ağabeyinin dönüp, gittiklerini, kendisinden bir yaş büyük ağabeyinin göl boyunda çukurda kaldığını, hepsini uzun uzun anlatır. Sözleri tamam olunca, hanım oğlunu alıp, bir sarayın kapısının önüne getirir ve sarayın kapısını açıp, önden oğlunu içeri soktu. Saray açıldıktan sonra, delikanlı sarayın ortasında beş yüz pot ağırlığında bir küre görür. Annesi, delikanlıya bu küreyi alıp, çıkmasını söyler. Delikanlı küreyi alıp çıkayım diye gidip, bakar; ama yerinden bile kımıldatamaz. Bundan sonra anası oğluna:

— Senin kemiklerin sağlamlaşmamış. Devimiz on iki aylık yola gitmişti. Gideli şimdi iki ay oldu. Daha on ay dönmeyecek. O dünyada insan etleri yiyerek yaşar, eve de alıp, döner. Devin şöyle bir bağı, bahçesi var, bir gölü var. Bu elma ağacının elmasını yiyip, gölünden su içen kişi dünya üzerinde birinci bahadır olacak. Sen üç ay gönül rahatlığı ile bu elma ağacından elma ye, gölünden su iç. Bundan sonra ben seni

yeniden, bu küreyi kaldırmanı ister, bakarım. Bu durumda sen hâlâ bahadır değilsin. Sana güvenip, yola çıkmak olmaz, der.

Delikanlı annesinin sözünü dinleyip, üç ay orada yiyip, içip yattıktan sonra, yeniden gelince, annesi bundan küreyi kaldırmasını ister ve:

— Devin hüneri şu idi, boş vakitlerinde bu küreyi alıp, çıkıp, işte şu büyük dağın başına fırlatır; küre düştüğü sırada yeniden bir eli ile tutup, havaya fırlatırdı, der.

Delikanlı annesinden duyduğu sözlerden utanıp, küreyi öfke ile alıp, dağ başına fırlatır ve küre yuvarlanıp düşünce yakalayayım dediği sırada, küreyi tutamayınca, küre delikanlıya çarpıp, yıkar ve yuvarlana yuvarlana, dağın eteğine varıp, düşer.

Annesi bu durumu görünce:

— Çocuğum, şimdi kemiklerin yeni katılaşmaya başlamış, birkaç ay daha çalışsan, yeterli güce ulaşırsın, der.

Delikanlı, tekrar elma yiyip, bahçede durmaya başlar. Delikanlı orada on beş gün durduktan sonra, annesi:

— Ey çocuğum, şimdi bir daha deneyelim, vakit daralıyor, deyip, delikanlıdan yeniden küreyi fırlatmasını ister. Delikanlı, annesinin sözünü dinleyip, deminki küreyi fırlattı; küre düştüğü sırada bir eli ile yakalayıp, yeniden büyük dağın başına diğer eli ile fırlattı. İkinci kez yine yakalayıp, fırlatır. Bu şekilde oynadıktan sonra annesi oğluna:

— Şimdi gücün devinki ile aynı seviyeye geldi. Dev ansızın dönüp, girse de güreşmeye gücün var, der.

Annesi oğlunun elinden tutup, eve girip:

— Oğlum, artık yeter! Kız koynundan çık, ansızın dev veya kardeşlerinden biri gelirse, harap oluruz, der.

Bundan sonra annesi, oğlunu tekrar bir saraya götürüp, kapısını açarak, ikisi birlikte havada uçup duran büyük bir eski arabayı dışarı çıkarırlar. Bozulan yerlerini düzeltip, tozlarını temizleyip, yola gitmek için hazırlarlar. İçeri girip, karınlarını doyurduktan sonra, saraydan kırk bir kızı da, nişanlısını da yanına oturtup, yukarıya doğru yükselip, gittiler.

Gittikleri sırada delikanlının annesi bir sihir sözü söyleyip, altın sarayları ve bahçeleri yok edip, bir altın yumurta yapıp, yuvarlayıp, cebine koyar. Altın saraylar

bahçeler bilinmez olup, bazı yerleri kaldı. Bu araba ile sabahtan akşama kadar uçtuktan sonra gelirken, misafir olduğu gümüş saraya ulaşırlar. Delikanlı, annesine bakıp:

— Anne, biz biraz burada duralım hele. Sen arabanın yönünü çevir. Burada benim bir hanımım daha var. Onu da alıp, çıkarız, der.

Annesi delikanlıyı dinleyip, arabayı çevirir, gümüş saraya inerler. Orada bunları çok istekli bir şekilde, bekleyip duranlar vardır. Bunları karşılarlar, yiyip, içip, dinlendikten sonra, bu sarayı da altın saraylar gibi, gümüş yumurta yapıp, ceplerine koyarlar. Sarayın içindeki kırk bir hizmetçi kızı ve oğlanın hanımını da alıp, ileriye doğru uçup, giderler.

Oradan uçarak, giderler ve bakır sarayın yakınına gelirler. O sırada bakır sarayın devi dönmüştür. Bunlar indiklerinde, hiç kimse onları karşılamaz. Annesi delikanlıya bakıp:

— Oğlum, biz buradan gidelim. Görüyorsun, burada bizi karşılayacak kimse yok. Bunların devleri dönmüştür. Eğer girersen, o zaman bize zarar verirler, der.

Delikanlı, annesine bakıp:

— Anne, buraya girmeden gitmek olmaz. Burada benim üçüncü karım var. Şu kadar elma yiyip, sular içip, şimdi bu devden korkup, duracak hal yok, deyip, arabadan iner ve bakır sarayın kapısından içeri girer.

Bir de ne görsün, bunu devin karısı ve hizmetçi kızları ağlayarak karşılarlar ve delikanlıya:

— Bahtımız yokmuş, devimiz döndü. Yer altında, filan sarayda uyuyup, yatıyor. Kalkarsa, seni de, bizi de öldürür, derler.

Delikanlı kendi karısına bakıp:

— Hangi bodrumda uyuyor? diye sorup, bodrumun kapısından içeri girer. Girince, ne görsün; dev, dokuz başını dokuz tarafa salıp, hiçbir şey anlamadan, uzanıp, uyuyor. Girince, elmas kılıcını çıkarıp, bir başını kesip, düşüreyim dediğinde aklına gelip: “Dur hele, uyuyan kişiyi herkes öldürür. Ben bunu uyandırayım da gücümü sınayıp, savaşıp, bakayım. Ölürsem, hak ölüm olur.” deyip, devin baş ucuna gelip, biraz oturur, ama dev hemen uyanmaz.

Sonra saraya girip, devin karısına:

— Git, devinizi uyandır. Ben onun ile güreşip, savaşıp, gücümü sınayıp, bakacağım, der.

Devin karısı:

— İnsanoğlu geldiğinde, onu uyandıran bir biz var. Sen şu bizi al, tabanının altına sokup, tamamen karıştır. Bunu sezip, uyanır. Uyanınca da sana tatlı sözler söylemeye başlar. Ama sen, onun öyle yumuşak konuşmasına bakıp, aldanma. O çok hilekârdır. O, yumuşak durdukça, sen sert dur. Yoksa aldatır. Bak, aldanma! der.

Delikanlı bizi alıp, devin bir tabanına sokup, karıştırır; dev, hiçbir şey hissetmez. İkinci tabanına daha sert sokup, karıştırır; dev, hissedip, uyanır ve karısına bağırıp:

— Hani, insanoğlu gelmiş, neden misafir etmiyorsunuz? der.

Delikanlı ona:

— Ben aç değilim. Ben sadece senin kanına susayıp, geldim. Hadi, kalk, haydi çıkıp güreşelim, der.

Dev, delikanlının bu sözlerinden utanıp, yerinden sıçrayıp, kalkar. Hemen meydana çıkıp, güreşmeye tutuşurlar. O kadar güreşirler ki tümsekli yerleri aşarak yuvarlanıp, tükenirler. Uzun süre güreştikten sonra, delikanlı devi alıp, fırlatıverir; dev, dizine kadar yere batar. Dev sinirlenip, kalkar, delikanlıyı tutup, kaldırıp, yere vurur; delikanlı, beline kadar yere batar. Sonra delikanlı sinirlenerek:

— Yok, bizde öyle vurmazlar, işte böyle vururlar, deyip, devi kaldırıp, yere vurunca, dev beline kadar yere batar. Bu şekilde ne kadar güreşseler de, birbirlerini yenemezler. Sonra dev:

— Ey delikanlı, şimdi ne kadar güreştik, birbirimizi yenemedik. Ben çok acıktım, biraz yemek yiyip geleyim, der.

Delikanlı, deve:

— Utanmaz, sadece kendin yemek ayıp değil mi? Ben de yoruldum, halim kalmadı. Beni de alıp, götür, der.

Dev, razı olup, delikanlıyı da alıp, eve girer.

Devin evinde iki masa vardır. Birisine sadece kendisi oturup, yer. İkincisine gelen misafirleri oturtur. Dev, karısından yiyecek yemek, içecek su ister. Devin iki türlü suyu vardır; birisi hâl getiren, ikincisi hâl gideren. Devin karısı, işi anlayıp, deve hâl gideren suyu, delikanlıya hâl getiren suyu koyup, verir. Dev suyu içince yamulup, düşer. O saat dev işi anlayıp, karısına bakar:

— Siz beni bugün harap edeceksiniz, der. Öldürmeyi istese de delikanlıdan korkup, karısını öldürmeye cesaret edemez.

Sonra dev ile delikanlı, çöle çıkıp, tekrar güreşmeye başlarlar. Delikanlı, devi kaldırıp, öyle bir fırlatır ki dev, kafasına kadar yere batır. O sırada delikanlı, elmas kılıcını çıkarıp, devin dokuz başını dokuz yerden kesip ayırır ve saraya girer. Kadın ve kızlar, bu durumu görüp, delikanlıya çok teşekkürler ederler:

— Bu günü de göreceğimiz varmış, deyip, çok sevinirler.

Sonra delikanlı:

— Haydi, şimdi buradan gidelim, der.

Karısı ona:

— Dur, burada daha bizim kardeşlerimiz var, onları da kurtaralım, der.

Delikanlıya anahtarları verip, sarayları araştırmaya giderler. Bir sarayın kapısını açarlar ki sarayın yaşlılar ile dolu olduğunu görürler. Bu yaşlılar, devin âdetini bildiklerinden: “Semirenimizi yakalayıp, yer şimdi.” diye korkup, kaçmaya başlarlar. Delikanlı bunların korktuklarını görüp:

— Ey yaşlılar, siz benden korkmayın. Ben de sizin gibi insanoğluyum. Ben sizi devin elinden kurtarıyorum. Haydi, çıkın! der.

Sonra bir sarayı daha açar, orada kocakarılar yatıyorlarmış. Onlar da korkarak: “Bu semiz, bu semiz.” diye birbirini göstermeye başlarlar.

Delikanlı onlara:

— Korkmayın, haydi çıkın, ben sizi kurtarıyorum, der.

Ondan sonra bakır sarayın karşısında yine büyük bir saray vardır.

Kadın, delikanlıya:

— Şimdi, delikanlı, devin leşini şu saraya götürüp, koyalım. O saray devin değirmenidir. O, bu değirmende deminki gibi binlerce insanı kıyma çektirip, yemek yapıp, yedi. Şimdi kendisi cezasını görsün, der.

Delikanlı kaldırıp, gittikten sonra kadın, değirmeni çalıştırır, bir süre sonra masalara kırık tabak ile dolu etler, yemeye uygun olarak, soğanı, biberi dağılıp, gelip, dizilirler. Kadın, değirmeni durdurup:

— İşte şimdi görürsünüz, bu dev nice yıllardan beri ne kadar kişinin, başını yedi. O böyle olur diye ömründe bir kere düşündüğü yoktu, der ve saraya girip, yemeğe otururlar. Yiyip, doyduktan sonra delikanlı, kuş avladığı silahını alıp, yakındaki bir ormana kuş avlamaya, ava gider. Fakat delikanlının gittiğini hiçbiri fark etmez.

Delikanlının annesi:

— Şimdi burada çok durduk, deyip, hemen acele ettirerek, kızları yerleştirip, araba ile yukarı yükselip, giderler. Üç kadından hiçbiri delikanlının nerede olduğunu fark etmezler.

Bu sarayda bir kişi bile kalmaz. İki gün gittikten sonra hava tentesini kaldırıp, bakınca delikanlının tentede olmadığını görürler. Bunlar geri dönmeyi düşünseler de devin neslinden birine rastlayıp, helak oluruz diye korkup, yola devam ederler ve büyük bir şehre varınca birkaç kilometre yakınında durup, altın ve gümüş saraylarını açıp, delikanlıyı bu yerde beklemeye başlarlar.

Delikanlı ise ormanda biraz yürüyüp, çeşitli kuşlar avlayıp, cep ve takkesine meyve toplayıp, dönünce, “Karılarıma olur.” diye mutlu bir şekilde bakır saraya varıp, girince ne görsün, bakır sarayın içinde kimse kalmamış.

Acıkıp, odaları aradığı sırada, küçük bir odaya rast gelir. Onun odasında küçük bir masa vardır. Onun üstünde gök gibi bir şey ile bir karış boyunda bir çubuk vardır. Delikanlı, gidip, çubuğu eline alır; “Bu ne işe yarıyor acaba?” diye göğe tutunca, bunun karşısına bir ifrit çıkıp:

— Ne buyuruyorsunuz? der. Delikanlı hemen o zaman, çubuk ile gökte hikmet olduğunu anlayıp, ifrite bakarak:

— Benim annemler, buradan gitmişler. Ben kendim kaldım. Şimdi beni uzun sürede mi annemlerin ardından yetiştirirsin? diye sorunda, ifrit:

— Üç günde götürüp, yetiştiririm, der. Delikanlı, bunu çok görüp, çubuğu göğe yeniden sallayınca, ifritin ikincisi, öncekinde daha güzel olanı çıkar ve:

— Ne buyuruyorsunuz? der.

Delikanlı:

— Beni annemlerin ardından uzun sürede mi yetiştirirsin? der.

İfrit ona:

— Bir günde, deyince, delikanlı yine çok görüp, çubuğu tekrar sallar.

Üçüncü ifrit gelip:

— İki saat içinde ulaştırırım, der. Delikanlı, sevinip, bunun üstüne çıkıp, oturur ve delikanlıyı o anda getirip, ulaştırır.

Delikanlı:

— İşte şimdi ben doğru saraya varıp, girsem, yakışmaz. Onlar beni gülünç duruma düşürdüler, dur ben de onları gülünç duruma düşüreyim, deyip: “Şimdi sen beni doğru saraya götürme, şehrin kenarına götür.” der.

İfrit, delikanlının sözünü dinleyip, şehrin kenarına götürüp, bıraktı ve kendisi orada hemen kaybolur.

Delikanlı oradan yaya olarak şehre girip, gitti ve bir ihtiyarın ardından gidip:

— İhtiyar nereye gidiyor acaba? deyip, ardından anlamaya çalışarak, bakar.

İhtiyar gidip bir eve girer. Delikanlı da onun ardından girer. İhtiyar girince de bir şişe içecek alıp, içtikten sonra ve çıkıp, gider. İhtiyarın ardından delikanlı da gider. İhtiyar, yine bakınıp, kalan parasını alıp, yeniden girerek, içip, çıkar. Sonra bir eve varıp, girer. Onun ardından delikanlı da varıp, girince ihtiyarın bir çizmeci olduğunu görür. Delikanlı, ihtiyara bakarak:

— Ey dede, sen iyi bir çizmeciymişsin. Bundan sonra sen böyle hizmet ederek, yaşayamazsın. Sadece benim bir isteğim var. Bunu yaparsan, ben sana bin tenge para veririm, der.

İhtiyar:

— Elimden gelirse, olur, der.

— Biliyor musun, şehrin kenarında iki saray var. Orada benim görüp, âşık olduğum bir kız var. Sen ona dünürcü ol, der. İhtiyar, delikanlının sözünü dinleyip, şehrin dışına çıkıp, saraya doğru gider. Kız da bugün kendine bir kişi geleceğini rüyasında görüp, hissedip, durur. O sırada saraya doğru gelen ihtiyarı görünce, onu karşılayıp, içeri alır. İhtiyar da delikanlının söylediği kız, bu kız olması lazım diyerek:

— Ey kızım, bende bir misafir var. O seni görüp, âşık olmuş ve beni size dünürcü olarak yolladı. Şimdi siz ne diyorsunuz? diye sorar.

Kız, ihtiyara:

— Olur. Sadece benim başlığım çok büyük. İnsan elinden gelecek iş değil. Eğer yapabilirse, ben onunkiyim, o da benimki, der. Başlığım şu: Bir ipek gömlek.

Onun hiç dikişi olmasın, üstüme de tam olsun. İncelikte, parmaktaki yüzükten geçecek gibi olsun. Küçüklükte, katlayınca avuca sığacak kadar olsun. Bir de ayakkabı. Onun hiç çivisi olmasın. Ayağıma tas tamam olsun, der. “Eğer bunları yapabilirse, o benim erim olur.” diye düşünür.

İhtiyar:

— Çok güzel, deyip, dönüp, delikanlıya söyler.

Delikanlı, ihtiyara:

— Tamam, sen burada dur, ben gidip, alıp geleyim, deyip, sahraya, köpek sesi işitilmeyen bir yere gidip, cebinden tılsımlı çubuğu çıkarıp, göğe kaldırınca, bir ifrit ortaya çıkar:

— Ey hazret, ne buyuruyorsunuz? der.

Delikanlı da ifrite:

— Deminki gömlek ile ayakkabıyı kaç saatte bulup, getirirsin? der.

İfrit:

— Üç saatte bulup, getiririm, der. Üç saat beklemek uzun olur, deyip, delikanlı ikinci kez sallayınca, ikinci ifrit gelir ve:

— Bir saatte bulup, getiririm, der. Delikanlı buna da razı olmaz ve üçüncüsünü çağırır; bu:

— Yarım saatte getirip, önüne koyarım, der.

Delikanlı:

— Ben yerimde bekleyip, dururum, deyip, ifriti gönderir. İfrit yerinden kalkıp, altın saraya girip, kızın yanına gelerek, boyunu enini ölçüp, istenen şeyleri getirir. Delikanlı o zamanda çukurda bekleyip, otururken, ifrit gelip, delikanlıya gösterir. Delikanlı bakıp, çok beğenip, çok teşekkürler ederek, gömlek ile ayakkabıyı alıp, ihtiyara verir.

İhtiyar bunları alıp, saraya gider ve kıza verir. Kız alıp, giyer ve bakar ki kendi dediği gibi her şey tastamam olmuş. Çok sevinir ve: “Bu işler dev memleketinde olmayan bir kişinin yapabileceği işler değil, bu benim güveyimdir, akşama gelsin.” deyip, ihtiyara söz verip, gönderir.

Akşam olunca, delikanlı ile ihtiyar birilikte saraya gelip, girerler. Bunları hizmetçi kızlar ve annesi çıkıp, karşılarlar. Delikanlı annesi ile görüşüp, tanışıp, çok sevinirler. O zaman yiyip, içip, altın, gümüş sarayları bir yumurta yaparak, cebe indirip, kendileri arabaya oturarak, ihtiyara biraz para verirler. Anne, gelinlerine:

— Şimdi oğlum herkesten önce binip, otursun, diye emir verir ve önce delikanlıyı bindirip, hepsi birlikte uçup, giderler.

Birkaç gün uçarak gittikten sonra, ağabeyinin kaldığı çukura gelirler. Ağabeyi bunların geldiklerini görür, fakat kimin geldiğini anlayamaz. Bunlar gelip, indikten sonra, ağabeyi bunları karşılar ve hemen onu da bu arabaya bindirip, kendi şehirlerine doğru giderler.

Biraz daha gittikten sonra, ak kurdun ormanına gelirler ve büyük bir alana inerler. Bunlar balondan inip, yiyip, içip otururken, ak kurt bunların geldiklerini anlar ve o da bunların yanına gelir. Çok güzel bir delikanlı kılığına girip, bunlar ile görüşür. Bütün kızların gözleri ateş gibi yanıp, ondan gözlerini alamazlar. Bundan sonra delikanlı, bunun ak kurt olduğunu anlayıp, çok ikramda bulunur ve ak kurda bakarak:

— Ey dostum ak kurt, işte sana sözüm şudur: (Üç kızı göstererek) İşte bunlar benim karılarım, (yine üçünü göstererek) bunları ağabeylerime bağışladım. Şu altısı dışında kalanlardan kendine yakışan birisini seçip, al, der.

Kurt seçip aldıktan sonra, kız da:

— Çok da güzel bir delikanlıya rast geldim, diye sevinir.

Sonra bunlar vedalaşıp, yine kendileri şehirlerine doğru uçup, giderler.

Nice günler uçup, gittikten sonra, büyük bir şehre doğru gelip, gümüş sarayın sahibi, on iki başlı devin karısı:

— Benim şehrim, diye, delikanlıya çok teşekkür edip, kendi şehrinde iner. Bu kadın bu şehrin padişahının karısıdır. Geri gelince kendi padişahı ile görüşüp, çok sevinerek, kendi yurtlarında yaşamaya başlarlar.

Az daha uçup, gidince, tekrar büyük bir şehre gelirler. Dokuz başlı devin karısı bu şehri görünce:

— Bu benim şehrim, deyip, delikanlıdan izin isteyerek, çok teşekkür edip, iner. Delikanlı böylece kendi karıları ve ağabeylerine bağışladığı kızlardan başkasını, kendilerinin diledikleri yerde, hepsini de azat edip, bu şehirde bırakır.

Bu şehirden az daha gidince, kendi şehirlerine ulaşırlar. Şehre beş kilometre kadar kalınca, gün akşam olur ve artık sabahleyin gireriz deyip, orada beklerler. Delikanlının annesi cebine yumurta yapıp koyduğu sarayları, bahçeleri çıkarıp, aynı dev şehrindeki gibi kurar. Kadının iki oğlu, kendi odalarına karılarını alıp, girip, yatıp, uyurlar.

Bundan sonra delikanlıların annesi dışarı çıkıp, devden alıp döndüğü yüzüğü parmağından alıp, fırlatınca, yerdeki çöpün sayısı var, ifritin sayısı yok, o kadar çok ifrit gelip, bunun karşısına toplanırlar.

— Emredin, hazret, ne buyuruyorsunuz? derler.

Kadın, bunlara:

— İşte bu saraydan şehre kadar tan atana kadar bir altın köprü yapın. O altın köprünün iki tarafından iki ırmak, birisi o tarafta, birisi bu tarafa akıp, dursun. O ırmakların üstünde görülmemiş, duyulmamış ördekler, kazlar yüzüp, vak vak edip, gaklayıp dursunlar. Irmağın iki kenarında elma ağaçları yetişsin. Elmaları olgunlaşıp, koparak suya, düşüp dursun. Onu yüzüp duran kuşlar yesin. O köprünün üstünde, koşulu üç atlı bir araba olsun. Arabanın tekerlekleri altından olsun. Üstüne oturulduğunda sallanmasın. O atların dizginlerini tutan kişi korkunç, tencereden de kara, koca bıyıklı bir ifrit olsun. Bunları tan atana kadar tamam edin, der ve kendi uyumak için yatar.

Kadın, birkaç saat yattıktan sonra, ifritler gelip, bunun kapısını çalarlar. Çıkıp, bakınca her şeyin kendi dediği gibi tamam olduğunu görür. Sonra, ifritleri kendi yollarına gönderip, biraz geçince, tan da atar.

Tan atıp, aydınlanınca, padişah yerinden kalkıp, kapıdan çıkınca, kapının dibinden uzanıp, giden köprüyü görüp:

— Ah, harap olmuşuz, kapı dibine kadar su basmış, deyip, koşarak içeri girer ve vezirlerine: “Haydi, çabuk çıkın.” der.

Vezirler çıkıp, bakarlar ki:

— Ey padişahım, yanılmışsınız. Bu, su değil. Uzun sürmeden bir haber gelir, hem karın, hem de çocukların dönmüştür, deyip, padişahı sevindirirler. Padişah, sevindiğinden giyinip kuşanıp, tahta oturup, beklerken, padişahın karısı mektup yazıp, bir ifrit ile onu padişaha gönderir. Mektupta şöyle yazılıldır: “Hürmetli padişah hazretleri, size selamlarım ile ricam şudur: Allah’a şükür, biz sağ salim döndük, saat onda şu köprünün başında kardeş, kabile, imam, müezzinler ile bekleyip, durun. Bu ifrit sizi bize misafirliği alıp, gelir.”

Saat ona kadar padişah, ağabey ve kardeşlerini toplayıp, güzel kıyafetlerini giyip, beklerken, ifrit gelip bunların yanında durur ve:

— Haydi, oturun, deyip, bunları oturtur ve o saniyede deminki saraya getirir.

Padişahın oğulları ile gelinleri, bunları karşılayıp, çok hürmet eder, yedirir, içirir; yemek bittikten sonra, gelen misafirlere gitmelerine izin verilir. Onlar evlerine ifrit arabasına binip, dönerler. Orada padişah, imam, müezzinler, oğulları ile kendisi kalıp, padişahın en küçük oğlu babasına annesini sağ salim alıp, geldiğini söyler ve onu yeniden nikahlayıp almasını ister. Buna padişah da razı olur. Hemen nikah kıyıp, on gün oyun oynayarak, dokuz gün düğün yaparak, doğurmamış doru kısrağı kesip, bunun kemiğini padişah ve karısı ile her gün tutup, kemirir.

Bundan sonra padişah, karısını alıp kendi evine döner ve birlikte yaşamaya başlarlar. Delikanlı yine ağabeylerine değen kızları da nikahlayıp, otuz gün oyun oynayarak, kırk gün düğün yaparlar. Ağabeyleri de karılarını alıp, kendi evlerine dönerler; ama delikanlı kendi karısı ile bu sarayda kalır. Rahatça yaşadıkları sırada dokuz başlı devin ve on iki başlı devin karısı, delikanlıya mektup yazıp, karıları ile misafirliğe gelmelerini isterler. Hemen delikanlı, üç karısı ile, bunlara misafirliğe gider; onlar da delikanlıya çok hürmet ederek karşılarlar ve çok büyük hediyeler verip, geri saraylarına uğurlarlar. Delikanlı kendi sarayına dönmüş, üç karısı ile kendi sarayında rahatça yaşayıp, gitmişler.

 

Tataristan Masalları Üzerine Bir Araştırma

Mustafa Gültekin

Doktora Tezi

Sayfa 1182

İzmir 2010

Danışman Prof. Dr. Metin Ekici

Muzip Masal Cini

Masallar üzerine ve masallara dair her şeyi heybesine doldurmuş bir masalcıdır Muzip Masal Cini. Bu bakımdan kendi masallarını ve Ribelyus adlı masal evreninde yaşananları naklederken başka hikayelere de misafir olur. Uzun lafın kısası masalların anlatılmayıp unutulmaya yüz tuttuğu bu yüzyılda yeniden masal anlatabilmek adına beyhude mücadeleye girmiş bir hayal kahramanıdır. Aynı zamanda anlatıla anlatıla günümüze kadar yolculuğuna devam eden masalların toplanması, derlenmesi ve arşivlenmesi gibi çalışmaları kendine görev addetmiştir. Muzip Masal Cini hem masal yazmak hem de unutulmaya yüz tutmuş masalları kayıt altına alıp arşivlemek üzerine hayat bulmuş bir hayali kahramanın gerçek dünya ile masalsı mücadelesidir.

Henüz Yorum Yapılmamış

Yorum Yapın

Eposta adresiniz yayınlanmayacak.