(ÂKIBET)
Evvel zamanda Tursun adlı yakışıklı bir genç varmış. Ay ışığında pırıl pırıl parlayan gecelerden birinde bu genç, bir mezarlığın yanındaki yolda yürürken, aniden bir kızın “Tursun bu tarafa gelin!”, diye kendisini çağırdığını duymuş. Delikanlı şaşkın bir hâlde sesin geldiği tarafa yöneldiğinde kabristandaki deve dikenleri ve kamışların arasında dümdüz devam eden patika bir yol görmüş. Delikanlının kafası karışmış, “Acaba burada böyle bir yol var mıydı?” diye düşünmüş. Yola bakarken sanki arkasından biri onu itekleyerek kabristana sokmuş. Tursun’un kalbi küt küt atıyormuş. Tursun geri dönmek istemiş ama tam o anda biraz evvelki kızın “Korkmayın, gelin!” diyen sesini işitmiş. Tursun istemeye istemeye ilerlemiş, virane bir kubbenin yanındaki yüksek ılgınların içine girmiş, bir de ne görsün karşısında; üzerinde, kıvrak endamına pek yakışmış bembeyaz bir gömleği olan, örgülü saçları yerlere kadar uzun, yüzünün akı ak, kızılı kızıl, güzel bir kız duruyormuş. Tursun kızı görünce heyecanlanmış, gönlüne ateş düşmüş, damarlarındaki kan deli deli akmaya başlamış, kızdan gözünü ayıramamış. Kız ona:
—Ey yiğit bu kadar heyecanlanmayınız. Geçen yıl, mehtaplı bir gecede, şarkı söyleyerek ekin biçtiğiniz bir sırada, sizi görüp beğenmiştim. Bu gün görüştük. Siz şu kitabı alıp gidiniz, kırk gün itikâfa girip bunu okuyunuz, ondan sonra ben sizin yanınıza geleceğim, demiş. Tursun kitabı kızın elinden hürmetle alırken: “Dediklerinizi yapacağım.”, demiş. Kız:
—Ancak, kırk gün boyunca bu sırrı bir kişiye bile diyecek olursanız o anda hem beni hem kendinizi cefaya salarsınız, demiş. Tursun bu sırrı hiç kimseye demeyeceğine söz vermiş. “Şimdilik Allah’a ısmarladık” demiş kız.
Yiğit, tazimden başını kaldırmış, karşısında gür ılgınlardan başka hiçbir şey yokmuş, geriye dönünce, bir anda kanal boyundaki geniş yolda bulmuş kendini.
Tursun eve geldikten sonra banyoya girmiş, temizlenip kızın verdiği kitabı okumaya başlamış. Annesi, oğlunun günlerden beri başını kaldırmadan kitap okumakta olduğunu görüp: “Sevap olacak kitaplar okuyor” diye kendi kendine seviniyormuş.
Aradan bir ay geçmiş bir gün, Tursun ile komşu olan ağabeyi misafirliğe gelmiş. Ağabey, kardeşinin odasına girince kitabı görmüş:
—Sevgili kardeşim, bu kitabı bana verir misin?, demiş.
—Ağabey, bu kitabı istemesen olmaz mı?, demiş Tursun.
—Öyleyse bir bakayım.
—Bakmak da olmaz!
—O hâlde kitabın adını bari söyle.
—Bu, adı olmayan bir kitap.
Ağabey, kardeş arasında münakaşa çıkmış. Ağabey güngörmüş, üç hanım alıp üçünü de boşamış, dördüncü kez evlenmiş, fesat ve okuryazar bir adam imiş. O, Tursun kitabı kapatırken hemencecik göz gezdirmiş, bunun insanoğlunun dünyasına ait bir kitap olmadığını, başka türlü bir kitap olduğunu sezmiş. Evvelden kendisine son derce hürmet gösteren kardeşinin, şimdi bu işte cahillik ettiğini, hatta kitabın ismini dahi söylemeye gerek duymadığını görmüş olan ağabeyin, kitaba karşı şüphesi ve merakı iyice artmış.
Tursun, ağabeyinin üzülmesinden endişelenmiş ve ona:
—Ağabey, bu kitabı benden isteme, bunu ben çok güç satın aldım, demiş.
—Nerden satın aldın?, diye sormuş ağabeyi tekrar.
—Şehirden.
—Şehirden?
—Evet!
—Kimden satın aldın?
—Bir kitapçıdan.
—Beni kandırma! Bu pazarda satılacak bir kitap değil, demiş ağabeyi inanmayarak.
—İnanmazsan inanma, demiş Tursun ve kitabı almış çıkıp gitmiş.
Ağabey pazara gitmiş, iki tane semiz koyunla bir tane siyah kuzuyu değiştirmiş, büyük heybesine öteberi doldurmuş, geri gelmiş. Selam kelamdan sonra bir örtünün üstüne çeşit çeşit ipekli kumaşlar koymuş, annesi oğlunun bu kadar eli açık olmasına şaşırmış. Büyük oğlan ağlamaklı bir hâlde:
—Merhametli ana, kardeşim okumakta olduğu kitabı bana verirse koyunları, derleyip topladıklarımı ona veririm, diye yalvarmış.
—Ey yavrum bu kadar uğraşmasaydın ya! Kardeşin senden bir kitabı mı esirgeyecek?, demiş annesi. Tursun, ağabeyi ile annesinin konuştuklarını işittikten sonra:
—Affedin anneciğim, bu kitabı ben hiç kimseye veremem, demiş.
Büyük oğul, boğuk boğuk ağlamış. Ağlamaktan sakalları ıslanmış ve tekrar:
—Canım ana, kardeşimden kitabı alıver, bu işe kardeşimi razı et, ben her şeyimi size vereyim, demiş annesine.
Anne oldukça kararsız kalmış. Sonunda büyük oğlunun vermek istediği dünya malı onun gözünü karartmış:
—Yavrum, ağabeyin senin baban yerinde değil mi? Böyle yapma, kitabı hiç olmazsa gelecek pazara kadar bari veriver, diyerek Tursun’u sıkıştırmış.
Çaresizlik ve kararsızlık içinde ne yapacağını bilemeyen Tursun:
—Canım ana, beni bu işe zorlama, kitabı veremem. Onu sadece ağabeyime değil, hatta sana bile veremem, demiş.
Anne öfkelenmiş:
—Tursun, bir eski kitap için ağabeyinden yüz çeviriyorsun, hatta beni de kırdıktan sonra güzel bir gün görebilir misin iyi düşün!, demiş.
Tursun cevap vermeden gözünden yaş döküp sessizce oturmuş.
—Ey Tursun, şimdi sen kendi kardeşinden, hatta annesinden sır saklayan bir nankör oldun, sana verdiğim sütüm haram olsun, demiş iyice öfkelenmiş olan annesi. Tursun sevecen annesinden böylesine ağır sözler duyacağını hiç düşünmemiş imiş. Annesinin laflarını kaldıramamış, ağlamaklı bir hâlde dışarı çıkıp gitmiş. Derken, geri döndüğünde bakmış ki kitap yokmuş. Tursun feryat figan ile kendini kaybetmiş, bayılmış. Ayıldıktan sonra annesi:
—Gözünü aç yavrum, bir kitap için bu kadar üzülme, ağabeyinin getirdiği koyunun kuzusunu besleyip satacağım, seni istediğin dilediğin yerden evlendireceğim, demiş.
Tursun tek laf etmeden odasına gitmiş o günün akşamında ağabeyinin kara haberi gelmiş. Tursun’un ağabeyi, hanımını ve çocuklarını kaynatasının evine yollamış, odasında tek başına sözü edilen kitabı okumaya oturmuş imiş. Kitap “par” diye bir parça ateşe dönmüş ve ona yapışmış, Tursun’un ağabeyini yakıp kül ettikten sonra eve de sıçramış. Böylece kitap, ağabeyin kendisini ve evini barkını, malını mülkünü yakıp küle çevirmiş. Arkasından da bir fırtına çıkmış, külleri göğe doğru havlandırıp götürmüş ve geride hiçbir şey bırakmamış.
Bu kara haberi duyduktan sonra Tursun’un annesi bayılıp gitmiş, Tursun’un hâli de perişan olmaya başlamış.
Ertesi gün öğlen vakti, odasında yalnız kaldığı sırada, aniden bir peri kızı son derece kederli, gamlı bir hâlde eve girmiş. Onun gözlerinden yaş akıyor, ağzından burnundan kıpkızıl ateş kıvılcımları çıkıyormuş. Tursun, kızı tanımış “Ah!” çekerek:
—Ey peri kızı, sözümü tutamadım, affet!, demiş. Peri kızı:
—Ey temiz kalpli yiğit, sizi suçlamak, bunu sizden bilmek olmaz. İnsanoğlunun aç gözlülüğü, fesatlığı, bana da bitip tükenmez bir bela oldu. Ben bunların olacağını düşünmemiştim, sizin genç ömrünüze sebep oldum, affediniz demiş ve peri kızı kendini tutamayıp ağlamış. Tursun da dayanamayıp ağlamaya başlamış ve ellerini peri kızına uzatmış.
Peri kızı:
—Bana dokunmayanız, içimdeki ateş sizi de tutuşturur, o zaman anneniz sizin külünüzü bile bulamaz. Çünkü ben artık tamamen yanıp tükendim, küle dönmek üzereyim, demiş.
Kapıda ayak sesleri duyulmuş, peri kızı görünmez olmuş. Tursun’un annesi içeri girmiş. Tursun:
—Ana ben birazdan öleceğim, ölmeden evvel size söyleyecek sözlerim var, bana yardım ediniz, demiş.
Annesi zar zar ağlayarak oğluna yardım etmiş.
—Ana geçenki kitap aslında sihir kitabı idi, onu rahmetlik ağabeyim alıp gitmesiydi tam bugün bir peri kızına kaynana olacak idiniz. Her ikimiz de mutlu olacaktık, işte artık yalnız kalıyorsunuz, öldükten sonra beni, malum yolun kenarındaki mezarlıkta büyüyen yılgınların dibine gömün, demiş ve bir ah çekip ruhunu teslim etmiş.
Tursun’u yerine defnettikten sonra, bir molla mezar başında kalmış imiş. O, abdest almaya gittiği ark kenarından dönünce bir kızın dehşetli feryat figanını işitmiş. Molla, şaşkınlıkla çevresine bakınmış, bir parça ateş Tursun’un mezarının çevresinde dönüp duruyormuş.
Aradan günler geçmiş, haftalar geçmiş, yalnız kalan anne her gün bin ölüp, bin diriliyormuş. İnsanlar daima, onun evinden gelen “Ah yavrum affet!”, avazlarını duyar olmuşlar. Sonunda Tursun’un ayrılık hasretine dayanamayan annesi de ölüp gitmiş.
Aç gözlülük, fesatlık işte böyle, huzurlu ve mesut bir aileyi yıkıp dağıtmış.
(“Yéñi Qaştéşi”nin 1983 yılı 1. Sayısından alınmıştır.) Düzenleyen: Nur KEREM
Uygur Halk Masalları
Yüksek Lisans Tezi
Arzu Ardoğan
Tez Danışmanı: Prof. Dr. Şuayip KARAKAŞ
Ankara-2009