Altın Bülbül (Türk Masalı)

Altın Bülbül

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir padişah varmış.

Üç oğlu bulunan bu padişah memleketine çok büyük bir cami yaptırmış.

Cami o kadar göz alıcıymış ki göklere yükselen beyaz minareleri uzak şehirlerden bile görülüyor, altın yaldızlı kubbeleri güneş gibi parıldıyor, yüzlerce penceresindeki renkli camlardan içeriye çeşitli ışıklar sızıyormuş.

Cuma günleri namaz kılmak üzere camiye gelenler arasında Hızır Dede de bulunuyormuş ama kimse bunun farkında değilmiş.

Gene bir cuma namazından çıkılırken, Hızır Dede, padişahın yanına yaklaşmış. Selam verdikten sonra:

– Padişahım demiş, Allah senden razı olsun. Memlekete büyük bir cami kazandırdın. Ama bir noksanı var?

Padişah bu beyaz sakallı, nur yüzlü ihtiyarın ne demek istediğini anlamamış.

Sormuş:

– Söyle bakalım ihtiyar, caminin eksiği nedir?

Hızır Dede:

– Padişahım, diye cevap vermiş, Kafdağı’nın ardında bir Altın Bülbül var. Eğer bu altın bülbülü getirip caminin kubbesine koydurursan, eserin tamamlanmış olur.

Padişah, nedir bu altın bülbül diye soracağı sırada Hızır Dede gözden kayboluvermiş.

O zaman padişah bu nur yüzlü ihtiyarın Hızır Dede olduğunu anlamış. Anlamış ama elden ne gelir?

Başlamış düşünmeye. Günlerce düşünüp taşındığı halde Kafdağı’nın ardındaki Altın Bülbül’ü getirtmenin çaresini bu-lamamış.

Padişahın günlerden beri düşünceli olduğunu gören oğulları, bir fırsatını bulup babalarının yanına gelmişler.

En büyük oğlu:

– Babacığım demiş, günlerden beri düşüncelisiniz. üçümüz de bu halinize üzülüyoruz. Sebebini bize söylemez misiniz? Belki bir çaresini buluruz?

Çocuklarının bu ilgisine memnun olan padişah:

– Varolun çocuklarım demiş, mademki benim üzüntümle ilgilendiniz, ben de size derdimi anlatayım: Kafdağı’nın ardında bir Altın Bülbül varmış. Bu kuşu ne yapıp yapıp memleketimize getirtmek istiyorum. Yeni yaptırdığım caminin kubbesine koyduracağım. Fakat nasıl elde edeceğimi bilemiyorum.

Bunun üzerine padişahın en küçük oğlu söze karışarak:

– Babacığım demiş, siz hiç tasalanmayın. Bize izin verin, gidip Altın Bülbül’ü getirelim.

Padişah:

– Yavrum demiş, bu o kadar kolay bir iş değil. Şimdiye kadar Kafdağı’nın ardına gidip de dönen olmadı. Siz oralara gidip Altın Bülbülü kolayca elde edebileceğinizi mi sanıyorsunuz?

Küçük oğlan gene atılmış:

– Siz bunu hiç düşünmeyin babacığım demiş, bize izin verin, ne yapar yapar Altın Bülbül’ü elde ederek memlekete sağ ve salim döneriz.

Padişah çaresiz onlara izin vermiş.

Üç kardeş hazırlığa başlamış. Sırtlarına birer demir elbise ile ayaklarına birer demir çarık yaptırmışlar. Ellerine de gene demirden birer baston almışlar.

Gidip padişah babaları ile sultan annelerinin ellerini öperek dualarını aldıktan sonra kendileri için hazırlanmış olan atlara binip yola çıkmışlar.

Az gitmişler uz gitmişler. Dere tepe düz gitmişler. Öğleye doğru bir pınar başına varmışlar.

Atlardan inmişler. Biraz yiyecek yiyip pınardan kana kana su içmişler.

Sonra kalkıp tekrar atlarına binmişler.

Pınar başından biraz uzaklaştıktan sonra önlerine üç yol çıkmış. Yollardan ikisi güzel, biri bataklıkmış.

Acaba hangi yoldan gitsek, diye aralarında konuşurlarken, küçük oğlan:

– Bana kalırsa demiş, her birimiz bir yola sapalım. Çünkü bu yollardan hangisinin Kafdağı’nın ardına gittiğini bilmiyoruz?

O zaman büyük oğlan:

– İyi ama demiş, ben bataklık yoldan gitmem.

Ortanca oğlan:

– Ben de o yoldan gitmem demiş.

Bu sefer küçük oğlan:

– Eh, ne yapalım, diye cevap vermiş, bana da bataklık yol kalıyor. Ben kısmetime razıyım. Haydi hoşça kalın!

Atını sürerek bataklık yola sapmış. Onun arkasından, büyük oğlan işlek yollardan birine, ortanca oğlan da ötekisine atını sürmüş.

Her üçü de yollarına devam ederlerken büyük oğlanla ortanca oğlanın yolları birleşmiş. Akşama kadar beraber yol almışlar. Akşam yaklaştığı sırada bir şehre gelmişler.

Bir han bulup yerleşmişler.

Yola devam etmekten vazgeçerek günlerce bu şehirde kalmışlar. Ellerindeki paralar bitmiş. Artık yola yeniden devam etmek için kendilerinde cesaret bulamıyorlarmış. Parasızlık yüzünden demir elbiselerini, atlarını satmışlar. Onların para-sını da yedikten sonra biri hancıya uşak olmuş, öteki de ahçıya çırak.

Biz gelelim küçük oğlana:

Küçük oğlan, o bataklık yolda binbir güçlükle yol alırken, bir çeşme başında, beyaz sakallı, nur yüzlü bir ihtiyarla kar-şılaşmış.

Bu ihtiyarın Hızır Dede olduğunu anlayan küçük oğlan, selam verdikten sonra atından inmiş.

Hızır Dede:

– Gel bakalım oğlum demiş, nereden gelip nereye gidiyorsun?

Oğlan:

– Altın Bülbül’ü ele geçirmek için Kafdağı’nın ardına gidiyorum, Hızır Dedem demiş.

O zaman Hızır Dede:

– Evladım demiş, Kafdağı’nın yolu çok uzundur. Hem de geçilmez dağlar, tepeler, dikenli çalılarla çevrilidir. Her tarafta devler vardır. Gel sen bu işden vazgeç!

Oğlan:

– Padişah babam o Altın Bülbülü yeni yaptırdığı caminin kubbesine koyamazsa, kederden ölür demiş. Ben babama söz verdim. Ne olursa olsun, Kafdağı’nın ardına ulaşacak, Altın Bülbül’ü alıp babama götüreceğim.

Bu sefer Hızır Dede:

– Âferin sana oğlum demiş, işte insan böyle hiçbir şeyden yılmamalı. Yaklaş bakayım bana!

Hızır Dede’ye iyice yaklaşmış. Hızır Dede ayağa kalkarak onun sırtını üç defa sıvazladıktan sonra:

– Haydi öyleyse demiş, yolun açık, bahtın, talihin aydın olsun!

Oğlan, Hızır Dede’nin elini öpüp atına atladığı gibi yola koyulmuş.

Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz, gece gündüz gitmiş, bir çöle düşmüş.

Görünürde ne bir insan, ne bir köy ne de bir pınar varmış.

Açlıktan, susuzluktan bitkin bir halde yoluna devam etmiş.

Küçük bir tepeyi aştığı zaman karşısına kocaman bir saray çıkmış. Damı göklere yükselen bu saray, bir bahçe içindeymiş.

Saraya yaklaştığı zaman bahçenin önünde bir çeşme gözüne ilişmiş. Hemen atından inerek yanına koşmuş. Bakmış ki çeşmeden bol su akıyor. Sudan kana kana içmiş, yüzünü gözünü yıkamış.

Sonra kapısını bulmak için sarayın dört tarafını da dolaşmış, fakat kapıya benzer bir şey görmemiş.

Bunun üzerine bir taşa oturarak kendi kendine:

– Hey Allahım demiş, açlıktan nerede ise öleceğim. Burada hiç insan yok mu?

O zaman sarayın büyük pencerelerinden biri açılmış. Çok güzel bir kız başını uzatarak:

– Heeeyy, insanoğlu diye seslenmiş, ben senin karnını doyururum ama burası dev sarayıdır. Şimdi neredeyse gelir, seni de yer, beni de.

Oğlan:

– Zararı yok demiş, sen benim karnımı doyur da dev beni yerse, hiç olmazsa tok iken yesin, aç iken değil!

Pencereden çekilen güzel kız, biraz sonra elinde yiyeceklerle bahçede görünmüş. Yiyecekleri getirip oğlana vermiş, sonra da dönüp gitmiş, kaybolmuş.

Oğlan, yemeğini yedikten sonra atına binmek üzere hazırlanırken, bir de bakmış ki gök gürültüsü gibi sesler çıkararak uzaklardan dev geliyor. Dev o kadar iriymiş ki bir eliyle gökte uçan kuşları yakalıyor, öteki eliyle de yerdeki yılanları, çiyanları topluyormuş.

Oğlan hemen atına atlamış. Kargısını eline alıp hayvanı deve doğru çevirmiş.

Dev bunu görünce, yeri göğü inleten bir kahkaha atarak:

– Buralarda insanoğlunun ne işi var diye bağırmış.

Oğlan hemen bağırarak karşılık vermiş:

– Kafdağı’nın ardındaki Altın Bülbül’ü almaya gidiyorum. Yolum yoluna düştü. Yasak mı buralardan geçmek?

Koca dev, yeri göğü zangır zangır sallayan bir kahkaha daha atarak:

– Ne sandın ya demiş, elbette yasak! Senin gibi şaşkınlar buralara düşerse, bir lokmada yutarım!

Oğlan bağırmış:

– Haydi öyleyse, yut bakalım!

Böyle söyler söylemez, atını dört nala devin üzerine doğru sürmüş.

Koca dev de, tozu dumana katarak oğlana doğru gelmeye başlamış.

Oğlan, atı yıldırım gibi uçarken, iyice yaklaştığı sırada elindeki kargıyı bütün kuvvetiyle fırlatmış.

Kargı, koca gövdeli devin tam kalbinin olduğu yere öyle bir saplanış saplanmış ki fışkıran kanlar her tarafı bir anda kaplamış. Devin can acısıyla bağırmasından kurtlar, kuşlar sağa sola kaçışmışlar.

Koca mahluk, önce olduğu yerde sendelemiş, bağıra bağıra küçük oğlana atılmak isterken, birdenbire yere yığılmış. Kısa bir zaman sonra da cansız kalmış.

Oğlan, atından inerek deve yaklaşmış. Koynundan bıçağını çıkararak devin kulaklarını kesmiş, heybesine koymuş.

Dönüp saraya doğru gelirken, bahçenin önünde güzel kızı görmüş.

Kız buna:

– Sen ne yaman bir delikanlıymışsın demiş, yedi canlı devi bir hamlede yıktın?

Bunun üzerine oğlanı sarayın bahçesine alan güzel kız, öne geçerek bir kapı açmış. Hiç ummadığı bir yerden açılan bu kapıdan delikanlı ile güzel kız içeriye girmiş.

Hemen hazırladığı çeşitli yemeklerle oğlanın karnını doyuran güzel kız, bir aralık ona:

– Eee delikanlı demiş, söyle bakalım, böyle nereden gelip, nereye gidiyorsun?

Oğlan:

– Kafdağı’nın ardına gidiyorum, diye cevap vermiş. Orada bir Altın Bülbül varmış. Onu alıp babamın yeni yaptırdığı caminin kubbesine koyacağım.

Güzel kız gülerek:

– Kafdağı’nın ardına gitmek de, gittikten sonra geri dönmek de çok zor bir iş demiş. O yola, gidip de gelmeyen yol derler. Sekiz canlı, dokuz canlı devler insanoğullarına yol vermezler.

Oğlan:

– Ben böyle şeylerden yılmam demiş. Yedi canlı devi öldüren adam, sekiz canlısından, dokuz canlısından mı korkacak? Hem ben şimdi yorgunum. Bir yer göster de yatayım.

Güzel kız kalkıp bir kapı açmış. Oğlanı çağırarak yatağını göstermiş. Sonra da, “Allah rahatlık versin” diyerek çekilip gitmiş.

Sabah olunca güzel kız, oğlana kahvaltısını getirmiş.

Oğlan kahvaltı yaptıktan sonra kıza:

– Sana çok teşekkür ederim demiş. Bana iyilik yaptın. İnsanlığını hiç unutmayacağım. Bundan sonra sen büyük ağabeyimin nişanlısı, benim de yengemsin. Seni dönüşte götüreceğim. Haydi hoşça kal!

Aşağıya inerek atına atlamış, yola koyulmuş.

Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, üç gün, üç gece yol almış.

Güzel kızın heybelere koyduğu yiyecekler tükenmiş. Durmadan yol aldığı halde ne bir pınara ne de bir göle veya dereye rastlamış. Açlıktan ve susuzluktan kuvveti kesildiği bir sırada bir sarayın önüne gelmiş.

Bu da, evvelki gibi, göklere yükselen, bahçe içinde, güneşte pırıl pırıl parlayan bir saraymış.

Acaba kapısı nerede diye etrafında dolaşırken, bir çeşme görmüş. Hemen yanına koşarak bakmış ki bol su akıyor. Eğilip kana kana içmiş, elini yüzünü yıkamış.

Çekilip bir taşın üzerine oturmuş. Kendi kendine:

– Hey Allahım demiş, burada bir insanoğlu yok mu ki bana bir dilim ekmek versin? Açlıktan dizlerimin bağı çözüldü.

O böyle söyler söylemez, saraydan bir kapı açılmış. Güler yüzlü, güzel bir kız gelerek:

– Hoş geldin delikanlı demiş. Ben senin karnını şimdi doyururum. Sonra da seni saklamam lazım. Çünkü sekiz canlı dev nerede ise gelir. Seni burada görürse, ikimizi de yer.

Delikanlı, gülerek:

– Sen hele benim karnımı doyur da gerisini düşünme demiş. Sekiz canlı dev bana bir şey yapamaz.

Güzel kız:

– Sen bilirsin!

diyerek içeriye girmiş. Biraz sonra bir tepsi yemekle oğlanın yanına gelmiş.

Karnını bir güzel doyuran oğlan, yerinden kalktığı sırada bir de bakmış ki uzaklardan tozu dumana katarak bir şey geliyor.

Güzel kız, birden:

– Aman, dev geliyor diyerek yemek tepsisini kaptığı gibi saraya girmiş, kapıyı kapamış.

Delikanlı derhal atına atlamış. Kargısını eline alarak atını o tarafa doğru sürmüş.

Dev, gök gürültüsü gibi homurtular çıkararak saraya doğru hızla yaklaşırken, uzaktan oğlanı fark etmiş.

Yerinde sıçrayarak, hoplayarak, sevinç kahkahaları atarak gelmeye başlamış.

Delikanlı, hiç korkmadan atını deve doğru kamçılamış. At, sekiz canlı devin üzerine yıldırım gibi giderken, oğlan, kargısını kaldırıp öyle bir savurmuş ki kargı, koca devin kafasının tam orta yerine saplanmış.

Dev, kafasından oluk gibi kan fışkırırken, yeri göğü gümbür gümbür inleterek bağırıyor, oğlanı ele geçirmek için sağa sola saldırıyormuş.

Biraz sonra atın üzerinde yayını eline alan delikanlı, devi bu sefer de ok yağmuruna tutmuş. Uçları zehirli oklar, devin göğsüne, bacaklarına, kollarına, kafasına saplanmaya başlamış. Nihayet gözlerine de iki ok saplanan koca dev, yavaş yavaş kuvvetten düşmüş, olduğu yere yığılıp kalmış.

Oğlan hemen attan inerek devin sağ kulağını kesip heybeye koymuş. Dönüp saraya gelmiş.

Dışarıda olanları sarayın penceresinden seyretmiş olan güzel kız, delikanlıyı bahçede karşılamış. Ona:

– Doğrusu senin kadar yiğit bir insanoğluna şimdiye kadar rastlamadım demiş. Sen kimsin, kimlerdensin? Buralara neden düştün?

Delikanlı:

– Ben bir padişah oğluyum, diye cevap vermiş. Babam yeni bir cami yaptırdı. Kafdağı’nın ardındaki Altın Bülbül’ü bu caminin kubbesine koymak istiyor. İşte ben bu Altın Bülbülü almaya gidiyorum.

O zaman güzel kız:

– Sen bu işten vazgeç yiğidim demiş. Bu yollara, gidip de gelmeyen yol derler. Şimdiye kadar Kafdağı’nın ardına ulaşıp da dönen görülmemiş. Daha ileride dokuz canlı bir dev anası var. Ona ne kargı ne de ok işler. Bu devin yedi oğlu var. Yedi oğlunun yedi kazanı kaynar. Dokuz canlı dev anası, ayağa kalktığı zaman memelerini arkasına atar. Memeleri o kadar büyüktür ki yere değer. Eğer usulca yanına yaklaşıp memelerinden kana kana süt emersen, sana acır, fenalık yapmaz. Yok, eğer bu işi başaramazsan o anda kendini yok bil!

Güzel kızın sözlerini dikkatle dinleyen delikanlı:

– Sağol güzel kız demiş, bana bunları öğrettiğin için sana teşekkür ederim. Sen iyi yürekli bir kimseye benziyorsun. Bundan sonra sen küçük ağabeyimin nişanlısı, benim de yengemsin. Şimdilik hoşça kal! Benim yolumu gözle!

Yiğit oğlan, atına atladığı gibi yola koyulmuş.

Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, yüksek bir dağın eteklerine varmış. Bir de bakmış ki kocaman kocaman yedi kazan kaynıyor. Bir gam ağacı kadar iri gövdeli bir dev anası da, ağaçları kırıp kazanların altına atıyor. Yerlerden topladığı yılanları, çıyanları da yutu yutuveriyor.

Atını bir ağaca bağlayıp, çalıların arasından sürüne sürüne dev anasına yaklaşan delikanlı, kendini göstermeden birden sıçrayarak devin memelerine yapışmış, kana kana emmeye başlamış.

Bir insanoğlunun gelip memelerini emmeye başladığını anlayan dev anası, bundan pek memnun olmuş. Seslenmiş:

– Ey insanoğlu, gel bakalım önüme. Sen pek yiğit, pek korkusuz birine benziyorsun.

Delikanlı, dev anasının memelerini bırakıp önüne gelmiş.

Dev anası:

– Aferin sana delikanlı demiş, bana görünmeden memelerimi emmeye başladın. Seni çok sevdim. Bundan sonra sen de benim evladımsın. Ama şimdi gel seni bacaklarımın arasına saklayayım. Neredeyse yedi oğlum da döner. Seni gör-mesinler.

Delikanlı, dev anasının birer ağaç gövdesi kadar kalın ve uzun bacaklarının arasına girip oturmuş.

Çok geçmeden dev anasının yedi oğlu gelmiş. Analarına:

– Burada bir insanoğlu var demişler, nerede ise şunu bulup yiyelim.

Dev anası:

– Durun hele bakayım, acele etmeyin demiş. Bir insanoğlu gelip de benim memelerimden kana kana sütümü emerse, ona ne dersiniz?

Yedi oğlan, birden:

– Biz ona kardeş deriz diye cevap vermişler.

O zaman dev anası, bacaklarının arasındaki delikanlıyı meydana çıkararak:

– İşte kardeşiniz demiş.

Bu sefer dev oğlanlardan biri:

– Bu kardeşimiz bizim yediklerimizi yiyemez demiş, gidip ona koyun bulalım.

Yedi dev oğlan birden gidip uzaklaşmış. Biraz sonra da ellerinde üç koyun olduğu halde geri dönmüşler.

Bir tanesi:

– Haydi kardeşim demiş, al bu koyunları, bildiğin gibi kesip pişir, karnını doyur!

Delikanlı hemen koyunlardan birini keserek derisini yüzmüş. Sonra kaynayan kazanlardan birinin altında kızartmış. Karnını güzelce doyurmuş.

Akşam olmuş. Dev anası buna yatacak yer göstermiş. Delikanlı hiç korkmadan orada yatmış. Sabaha kadar güzel bir uyku uyumuş.

Sabah olmuş. Yedi dev kardeş allahaısmarladık diyerek avlanmaya gitmişler. Delikanlı dev anasıyla orada yalnız kalmış.

O zaman dev anası:

– Söyle bakalım oğlum demiş, sen kimsin? Nereden gelip nereye gidiyorsun?

Delikanlı:

– Anacığım, diye cevap vermiş, ben bir şehzadeyim. Padişah babam memlekete büyük bir cami yaptırdı. Kafdağı’nın ardındaki Altın Bülbül’ü bu caminin kubbesine koymak istiyor. Onu ele geçirmek için Kafdağı’nın ardına gidiyorum.

Dev anası:

– Gel oğlum, sen oralara gitme demiş. O yolu aşmak zor. Her tarafta dereler, göller, denizler var.

Delikanlı, gülerek:

– Ben babama bir kere söz verdim anacığım demiş. Ne olursa olsun Altın Bülbül’ü elde edeceğim.

Oğlanın kararından dönmeyeceğini anlayınca dev anası:

– Öyleyse beni iyi dinle demiş. Dediklerimi yaparsan, Kafdağı’nın ardına ulaşır, Altın Bülbül’ü elde edersin. Buradan ay-rıldıktan sonra bir deniz kenarına geleceksin. Orada bir mermer taş vardır. Onu kaldırırsın. Altında bir gem bulacaksın. O gemi alır, denize üç kere vurursun. Denizden bir denizatı çıkacak. Gemi atın ağzına takar, üstüne atlarsın. Denizatı seni karşı kıyıya çıkarır. Orada da bir mermer taş bulacaksın. Taşı kaldırır, gemi altına saklarsın. Gidersin, gidersin… Önüne bir yeşil, bir de al ağaç çıkacak. Yeşil ağaçtan bir dal, al ağaçtan da bir dal kesersin; gene yürürsün, yürürsün. Karşına iki kapı çıkacak. Bu kapılardan biri yeşil, öteki de aldır. Yeşil dalı yeşil kapıya, al dalı da al kapıya vurursun. Kapılar açılır. İçeriye girersin. Başlarsın yürümeye. Yol çok dikenli çalılarla kaplıdır. Üstün başın yırtılsa, elin ayağın kanasa da hiç aldırmadan yürürsün. Her çalıdan birer yaprak kopararak, “Ne güzel yapraklar” deyip cebine koyarsın, ilerde bir pınar göreceksin. Suyu çok bulanık akar. Bulanık olmasına bakmayarak, “Ne berrak su” deyip kana kana içer, elini, yüzünü yıkarsın. Sonra gene yola koyulursun. Çok geçmeden bir arslanla bir kaplana rastlayacaksın. Korkmadan yanlarına yaklaşarak kaplanın önündeki otu arslanın önüne, arslanın önündeki eti de kaplanın önüne koyarsın. Orada bir saray göreceksin. Bu, peri padişahının sarayıdır. İçeriye girersin. Peri padişahının kızını uykuda bulacaksın. Onun dört tarafında birer mum yanar. Altın Bülbül de başucundadır. Mumların yerlerini değiştirir, Altın Bülbül’ü alarak geri dönersin!

Haydi bakalım, yüreğin korkusuz, yolun açık olsun!

Delikanlı, dev anasının sözlerini can kulağıyla dinledikten sonra:

– Sana çok teşekkür ederim anacığım demiş. Sözlerini aynen tutacağım. Dönüşte gene buraya uğrarım.

Gidip atını bularak üzerine binmiş, yola koyulmuş.

Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz, gece gündüz, altı ay bir güz gitmiş, bir deniz kıyısına varmış. Atından inerek etrafına bakınmaya başlamış.

Dev anasının dediği mermer taşı bulmakta zorluk çekmemiş. Taşı kaldırınca gem görünmüş. Gemi alıp denize üç defa çarpmış. Biraz sonra sular kabarmış, kabarmış ve kocaman bir denizatı çıkarak gelip oğlanın önünde durmuş. Hemen gemi denizatının ağzına takmış, kendi de üzerine atlamış.

Denizatı, yüze yüze oğlanı karşı kıyıya geçirmiş. Attan inerek gemi orada bulduğu mermer taşın altına saklamış. Denizatı da sulara gömülmüş, kaybolmuş.

Sonra başlamış yürümeye. Gitmiş, gitmiş, gitmiş… Bir yerde karşısına bir yeşil ağaçla bir al ağaç çıkmış. Her ikisinden de birer dal keserek tekrar yola koyulmuş.

Gene gitmiş, gitmiş, gitmiş… Bir aralık karşısına iki kapı çıkmış. Kapılardan biri yeşil, öteki almış. Elindeki yeşil dalla yeşil kapıya, al dalla da al kapıya vurmuş. Kapılar birden açılmışlar. İçeriye girerek yürümeye başlamış.

Yol, dikenli çalılarla örtülüymüş. Üstü başı yırtılıyor, eli ayağı çizilerek her tarafı kan içinde kalıyormuş. Her çalıdan birer yaprak koparıyor, “Ne güzel yapraklar” diyerek cebine atıyormuş.

Böylece bir hayli yol almış. Dizlerinde kuvvet kalmadığı, ağzı ve dili iyice kuruduğu bir sırada bir pınar görmüş.

Koşup yanına varmış ki çok bulanık bir suyu var. Hemen eğilerek “Ne berrak su” deyip kana kana içmiş, elini, yüzünü bol bol yıkamış.

Gene başlamış yürümeye. Bir müddet yol aldıktan sonra bir kaplan ile bir arslana rastlamış. Doğruca yanlarına yaklaşarak kaplanın önündeki otu arslanın önüne, arslanın önündeki eti de kaplanın önüne koymuş.

Başını kaldırdığı zaman peri padişahının sarayını görmüş.

Saray göz kamaştıracak kadar güzelmiş. Her tarafı pırıl pırıl yanıyor, altından mı, gümüşten mi, yoksa camdan mı yapılmış olduğu bir türlü anlaşılmıyormuş.

Yavaş yavaş ilerlemiş. Görünürlerde kimsecikler yokmuş. Sarayın kapısından içeriye girmiş. Acaba peri sultanın yatak odası ne tarafta diye bakınırken, ayaklarının dibinde siyah bir kedi peydahlanmış. Kedi, delikanlının ayaklarına sürtündükten sonra gidip açık bir kapıdan içeriye girmiş.

Delikanlı da hemen o tarafa giderek açık kapıdan içeriye bakmış ki peri sultan orada yatıyor. Dev anasının dediği gibi dört tarafında dört mum yanıyormuş. Altın Bülbül de peri sultanın başucunda duruyormuş.

Ayaklarının uçlarına basa basa ilerleyerek mumların yerlerini değiştirmiş. Sonra peri sultanın başucunda duran Altın Bülbül’ü yavaşçacık almış. Odadan çıkmış. Bahçeye doğru ilerlerken Altın Bülbül dile gelip acı acı ötmeye başlamaz mı?

Delikanlı birden ne yapacağını şaşırmış. Altın Bülbül’ü sıkı sıkı tutarak başlamış koşmaya. Bahçeye çıkmış. Soluk soluğa kendini sarayın bahçesinden dışarıya atmış.

Tam bu sırada sarayda bir gürültü duyulmuş. Ayak sesleri işitilmiş. Çok geçmeden etrafta peri padişahının askerleri görünmüş.

Delikanlı, hem koşuyor hem de arkasına bakıyormuş. Arslanla kaplanın yanına yaklaştığı sırada askerler bağırmaya başlamışlar:

– Arslan! Kaplan! Tutun şu oğlanı!

Arslanla kaplan cevap vermişler:

– Biz onu tutmayız. Yedi yıldır birimize et, birimize de ot yediriyorsunuz. O bize yardım etti. Etle otun yerini değiştirdi. İyiliğe karşılık kötülük yapamayız!

Delikanlı böylece arslanla kaplanın önünden kolayca geçmiş. Gene koşmaya başlamış.

Biraz sonra pınara yaklaşmış. Askerler arkadan gene bağırmışlar:

– Bulanık pınar! Bulanık pınar! Sularını bırak da, yollar dolsun, bu oğlan boğulsun!

Bulanık pınar dile gelip askerlere karşılık vermiş:

– Ben sularımı bırakmam. Siz benim suyumu pis diye hiçbir zaman içmediniz. Halbuki bu yiğit, “Ne berrak su” diyerek doya doya içti, yüzünü gözünü yıkadı. Varsın geçsin. Yolu açık olsun.

Delikanlı, elindeki Altın Bülbül’le pınarın önünden de kolayca geçmiş. Nefes nefese koşuyor, gittikçe askerlerden uzaklaşıyormuş.

Az sonra dikenli çalıların olduğu yere gelmiş.

Askerler, uzaktan gene seslenmişler:

– Dikenli çalılar! Dikenli çalılar! Bırakmayın şu oğlanı! Ayaklarına dolanın!

Dikenli çalılar dile gelip askerlere cevap vermişler:

– Dokunmayız biz bu delikanlıya. O, ne güzel yapraklar, diye her birimizden birer parça alarak cebine koydu, gönlümüzü aldı. Halbuki siz, buralarda avlanırken, keklikler aramıza saklanınca, “Çalı, kökün kurusun” diyerek bizi darılttınız. Biz bu yiğide yol vereceğiz.

Bunun üzerine çalılar, yere yatarak, kenarlara doğru açılarak delikanlının kolayca kaçmasına yardım etmiş. Askerler geldiği zaman da tekrar doğrularak onlara yol vermemişler. Askerler oğlana yetişmek için çalılara daldıkları zaman üstleri başları yırtılmaya, elleri, ayakları kanamaya başlamış.

Delikanlı, çalılardan kolayca kurtulmuş. Askerler ise çok gerilerde kalmışlar. Tam yeşil kapı ile al kapıya yaklaştığı sırada askerler gene bağırmışlar:

– Al kapı, yeşil kapı, kapanın!

Kapılar dile gelip birer kahkaha attıktan sonra:

– Kapanmayız! Kapanmayız! diye cevap vermişler. Yedi sene bizi kapalı bıraktınız. Dünya yüzü göremez olduk. Her tarafımızı örümcekler kapladı. Halbuki, bu yiğit bizleri açtı. Uzun bir uykudan uyanır gibi olduk. Sanki dünyaya yeniden geldik. Biz ona fenalık yapamayız.

Delikanlı, açık kapılardan da kolayca geçmiş. O geçtikten sonra kapılar kapanmış.

Koşa koşa deniz kenarına gelmiş. Mermer taşı kaldırarak altındaki gemi çıkarmış. Denize üç defa vurmuş. Biraz sonra sular karışmış. Denizatı meydana çıkmış.

Oğlan, gemi denizatının ağzına takarak üstüne binmiş. Kocaman hayvan, bir kuş gibi giderek delikanlıyı bir anda karşı kıyıya ulaştırmış.

Attan indikten sonra gemi oradaki mermer taşın altına saklamış. Sonra gidip bir ağacın dibinde durmakta olan kendi atına atlayarak yola koyulmuş.

Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, altı ay bir güz gitmiş, dev anasının yanına varmış. Atını bir yerde bırakıp dev anasının memelerinden sütünü emmiş. Dev anası bundan çok memnun olmuş. Delikanlının geldiğini anlayarak:

– Hoş geldin oğlum demiş. Kazasız, belasız dönüp geldiğine sevindim.

Biraz sonra yedi dev kardeş gelmiş. Delikanlıyı tekrar aralarında görünce sevinmişler.

Oğlan, dev anasının yanında üç gün misafir olmuş. Devler buna nasıl ikram edeceklerini bilememişler.

Üç gün sonra delikanlı, dev anasına veda ederek yola çıkmış. Yedi dev kardeş, oğlana kurtlar, kuşlar fenalık yapmasın-lar diye onunla beraber gelmişler. Oğlan at üzerinde gidiyor, dev kardeşler de onun yanından yürüyorlarmış. Yolda gider-ken topladıkları meyveleri buna yediriyorlar, elleriyle yakaladıkları kuşları, acıktığı zaman pişirip yesin diye heybesine koyuyorlarmış.

Böylece üç gün, üç gece yol aldıktan sonra bir tepeye ulaşmışlar. O zaman dev kardeşler:

– Bizim ülkemiz buraya kadar demişler. Bundan ötesine karışamayız. Haydi yolun açık olsun kardeşim.

Delikanlı, dev kardeşlere teşekkür ederek yoluna devam etmiş.

Günlerce yol aldıktan sonra sekiz canlı devi öldürdüğü yere gelmiş.

Delikanlının geldiğini gören kız hemen aşağıya inerek onu saraya almış. Yukarıya çıkmışlar. Beraber yemek yemişler. Delikanlı başından geçenleri ona bir bir anlatmış.

Akşam olmuş. Yatmışlar. Ertesi sabah, sarayda ne kadar değerli eşya varsa, hepsini toplayıp hayvanlara yüklemişler. Güzel kız da bir ata binmiş. Birlikte yola çıkmışlar.

Az gitmişler uz gitmişler, yollarda konaklayarak, göllerden, derelerden, çaylardan, ormanlardan geçerek yedi canlı devin memleketine ulaşmışlar.

Oradaki güzel kız, bunları sarayın penceresinden görmüş. Aşağıya inip ikisini de karşılamış. İçeriye almış.

Delikanlı, küçük ağabeyinin nişanlısını, büyük ağabeyinin nişanlısına tanıtmış. Beraber yemek yemişler. Sonra oğlan, başından geçenleri bu güzel kıza da anlatmış.

Gece olmuş, yatıp uyumuşlar. Ertesi sabah sarayda ne kadar kıymetli eşya varsa, hepsini toplamışlar. Yükleri hayvanlara yüklemişler. Kızı da bir ata bindirerek üçü beraber yola çıkmış.

Durmadan, dinlenmeden, gece gündüz demeden, çöl, dere, bakmadan gitmişler, gitmişler.

Nihayet delikanlının Hızır Dede’ye rastladığı çeşme başına varmışlar.

Delikanlı bir de bakmış ki nur yüzlü, beyaz sakallı Hızır Dede orada. Hemen atından inerek yanına gitmiş, elini öpmüş.

Hızır Dede:

– Hoş geldin oğlum demiş, seni sağ ve salim tekrar gördüğüm için memnun oldum. Söyle bakalım neler yaptın?

Delikanlı, başından geçenleri bir bir anlattıktan sonra Altın Bülbül’ü Hızır Dede’ye göstermiş. Sonra da büyük ağabeyi ile küçük ağabeyinin nişanlılarını ona tanıtmış.

Güzel kızlar hemen koşup Hızır Dede’nin ellerine sarılmışlar.

Hikâyelerini anlattıktan sonra delikanlı:

– Hızır Dedem demiş, Altın Bülbül’ü, ağabeylerimin nişanlılarını ve onların mallarını sana emanet ediyorum. İzin verirsen gidip kardeşlerimi bulayım?

Hızır Dede, delikanlının sırtını üç defa sıvazladıktan sonra:

– Haydi güle güle git demiş. Onları ben korurum. Yalnız çok gecikme!

Delikanlı, atına bindiği gibi hızla uzaklaşıp gözden kaybolmuş.

Atını bataklık yolda güç halle sürüyor, derelerden, tepelerden durmadan geçiyormuş.

Bir hayli yol aldıktan sonra ağabeyleriyle ilk rastladıkları pınar başına gelmiş. Çok susadığı halde vakit kaybetmemek için atından inmemiş. Üç yol ağzına geldiği zaman atını işlek yollardan birine sürmüş.

Bu sefer dört nala gidiyor, bir taraftan da, acaba ağabeylerime nerede yetişeceğim diye düşünüyormuş.

Yol gide gide, bir yerde öteki işlek yolla birleşmiş. Gene durmadan, dinlenmeden yol almış.

Nihayet akşama doğru bir şehre ulaşmış. Şehirdeki hanın önünde atından inmiş. O sırada atı ahıra götürmek üzere ya-nına bir uşak gelmiş. Bir de bakmış ki bu, büyük ağabeyi. Hiç sesini çıkarmamış. Saçı ve sakalı çok uzadığı için ağabeysi de onu tanıyamamış. Ağabeyinin üstü, başı yırtık, eli yüzü kir, pas içindeymiş. Onun bu haline fena halde üzülmüş.

Oradan odasına çıkmış. Ağabeyi de arkasından heybesini getirmiş. O zaman bu, cebinden bir altın çıkararak:

– Arkadaş demiş, al bunu, bana yemek getir. Karnım pek aç. Üstü senin olsun!

Ağabeyi, parayı alınca, gidip aşçı dükkânındaki kardeşini bulmuş. Ona:

– Kardeşim demiş, bizim hana biraz önce bir yiğit geldi. Bana bir altın vererek yemek istedi. Üstü senin olsun dedi. Zengin bir adama benziyor. Güzel yemeklerinden götür de belki sana da bahşiş verir.

Ortanca oğlan, dükkândaki en güzel yemeklerden bir tepsiye koymuş. Ağabeyiyle beraber doğruca hana gitmiş. Yemekleri küçük kardeşlerinin önüne koymuşlar.

Ortanca kardeşinin de kendisini tanımadığını anlayan delikanlı:

– Arkadaşlar demiş, siz garip adamlara benziyorsunuz. Ben de bir garip adamım. Gelin, şöyle oturun da başınızdan geçenleri anlatın. Sonra da ben anlatırım.

Bunun üzerine büyük kardeşi:

– Ben bir padişah oğluyum demiş, bu da benim kardeşim. Bir de küçük kardeşimiz vardı. Babamız memlekette büyük bir cami yaptırdı. Bu caminin kubbesine Kafdağı’nın ardındaki Altın Bülbül’ü koymak istedi. Biz üç kardeş bu Altın Bülbül’ü elde etmek için yola çıktık. Bir pınar başına vardık. Orada karşımıza üç yol çıktı. Her birimiz bir yola saptık. Bu kardeşimle benim yolum birleşti. Biz bu şehre ulaştık. Paralarımız bitti. Elbiselerimizi, atlarımızı sattık. Onların parasını da yedik. Sonra ben hancıya uşak oldum, kardeşim de aşçıya çırak girdi. Küçük kardeşimizin ne olduğunu bilemiyoruz.

Küçük oğlan, yerinden kalkarak:

– İşte o küçük kardeşiniz benim demiş.

Gidip önce büyük ağabeyiyle, sonra da küçük ağabeysiyle kucaklaşmış. Her üçü de sevinçlerinden ağlamış.

Sonra hep beraber kalkıp çarşıya çıkmışlar. Küçük kardeşleri bunlara birer kat elbise ile birer at satın almış.

Ertesi gün atlara binerek yola çıkmışlar.

Yolda giderlerken, küçük oğlan, başından geçenleri ağabeylerine bir bir anlatıyor, o anlattıkça, ötekilerin kıskançlıkları artıyormuş. Hele onun Altın Bülbül’ü ele geçirdiğini öğrenince, büsbütün şaşkına dönmüşler.

Neyse! Günlerce yol aldıktan sonra pınar başına varmışlar. Orada atlardan inip su içtikten, biraz da dinlendikten sonra bataklık yola saparak tekrar gitmeye başlamışlar.

Bataklık yolda güç halle ilerleyerek Hızır Dede’nin yanına varmışlar.

Küçük oğlan, ağabeylerini, önce Hızır Dede’ye, sonra da nişanlılarına tanıtmış. Altın Bülbül’ü Hızır Dede’den almış. Kızların eşyalarını hayvanlara yüklemişler. Sonra küçük oğlan Hızır Dede’nin elini öpmüş. O da oğlanın arkasını üç defa sıvazlamış.

Ağabeyleri ise Hızır Dede’nin elini öpmeyi unutarak atlarına binmişler.

Hep beraber yola çıkarlarken, Hızır Dede, küçük oğlanın arkasından seslenmiş.

– Haydi güle güle git yiğit oğlum. Allah işini rastgetirsin.

Yola koyuldukları zaman büyük kardeşle ortanca kardeş, atlarını önden sürüyorlar, küçük kardeşleri de yengeleriyle onları arkadan takip ediyormuş.

Böyle giderlerken, büyük kardeş, yanındaki ortanca kardeşine demiş ki:

– Padişah babamız, çok akıllı çocuk diye her zaman onu bizden çok severdi. Şimdi Altın Bülbül’ü bunun getirdiğini öğrenirse, daha çok sevecek. Bizim hiç kıymetimiz kalmayacak. Gel şunu bir uçuruma atalım?

Ortanca kardeşi:

– Doğru söylüyorsun ama demiş, onu öldürmek olmaz. Sonra nişanlılarımız haber verirler. Başka bir çare düşünelim.

Durmadan yol alıyor, bataklık yerden kurtulmaya çalışıyorlarmış. Çok geçmeden bataklık yol tükenmiş, düz yola çıkmışlar. Biraz daha yol aldıktan sonra bir kuyu başına gelmişler.

Küçük oğlan ağabeylerine:

– Ben çok susadım demiş, burada biraz duralım.

Ötekiler:

– Duralım ama demişler, biz susamadık. İstersen seni kuyuya indirelim, suyunu iç. Sonra yukarı çekeriz.

Her üçü de bellerinden kuşaklarını çıkarmışlar. Uc uca bağlamışlar. Bir ucunu da küçük oğlanın beline sarıp bağlayarak kuyuya indirmişler.

Büyük kardeş kuşağın ucunu elinde tutuyormuş. Ortanca kardeşine bir göz işareti yaptıktan sonra kuşağın ucunu yavaşça bırakmış. Arkasından da:

– Eyvah, kuşak elimden kaydı diye bağırmış. Kızlar birer çığlık atmış. Ortanca kardeş de yalandan telaşlanmış.

Küçük oğlan, kuyunun dibinde taşlara basarak ayakta duruyormuş. Kuşağın kuyuya düştüğünü görünce, ağabeylerinin maksadını anlamış. Aşağıdan seslenerek:

– Hiç üzülmeyin demiş. Kötülük yapanın Allah ayağına dolaştırır! Ben elbet bir kolayını bulup buradan çıkarım.

Küçük kardeşlerini kuyuda bırakan iki ağabey, Altın Bülbül’ü de alarak nişanlılarıyla beraber atlarına binip yola çıkmış.

O zamana kadar, Altın Bülbül, sık sık öterken, ondan sonra susmuş. Artık hiç ötmez olmuş.

Bunlar, durmadan giderek, gece gündüz yol alarak memleketlerine varmışlar.

Hemen babalarının yanına çıkarak elini öpmüşler. Altın Bülbül’ü kendisine vererek:

– Bunu Kafdağı’ndan biz getirdik demişler.

Sonra yanlarındaki güzel kızları göstererek:

– Bunları da yedi canlı dev’le, sekiz canlı devin elinden kurtardık demişler. Bizim nişanlılarımız.

Padişah, başveziri çağırarak Altın Bülbül’ü ona vermiş. Hemen caminin kubbesine konulmasını emretmiş.

Sonra çocuklarına dönerek:

– Ya küçük oğlum nerede diye sormuş. Büyük oğlan:

– Buradan çıktıktan sonra bir pınar başına geldik demiş. Orada üç yol vardı. Her birimiz bir yola gittik. Ondan sonra küçük kardeşimizin ne olduğunu bilmiyoruz.

Padişah küçük oğlundan bir haber alamayınca, pek müteessir olmuş. Büyük oğlu ile ortanca oğlu yanından çıkmış.

Günler geçiyor, caminin kubbesindeki Altın Bülbül susuyormuş.

Altın Bülbül’ün susmasına padişah fena halde sinirleniyor, sebebini anlıyamıyormuş.

Aradan gene birkaç gün geçmiş.

Karanlık kuyu içinde epeyce bir zaman kalan küçük oğlan, yiyecek bulamadığı için durmadan su içiyor, ölmemeye çalışıyormuş.

Artık kurtulmaktan ümidini kestiği bir sırada kuyu başından bir ses işitmiş. Başını yukarı kaldırdığı zaman bir adamın aşağıya bakraç sallandırdığını görmüş.

Bakraç kuyuya indikten sonra hemen ona tutunmuş. Yavaş yavaş yukarıya çıkmış.

Kuyu başındaki adam, çok ağırlaşan bakraçtan acaba ne çıkacak diye beklerken, içerden bir delikanlı çıktığını görünce, şaşırıp kalmış.

Oğlan, açlıktan ve havasızlıktan bitkin bir haldeymiş. Adam heybesinden yiyecek çıkararak bunun karnını doyurmuş.

Sonra oturmuşlar. Oğlan başından geçenleri adama anlatmış.

Meğer adam bir köylü imiş. Şehirden öte beri alıp köye dönerken susamış, hem su içmek hem de hayvanını sulamak için kuyuya bakraç sallandırmışmış.

Oğlan, hikâyesini anlattıktan, biraz da dinlendikten sonra köylüden atını satın almış. Hayatını kurtardığı için ona teşekkür ederek yola koyulmuş.

Memleketine yaklaştığı bir sırada bir çobana rastlamış. Atından inip ona bir altın vererek bir koyun satın almış. Koyu-nu kestirmiş. Hayvanın derisini ve etini ona bırakmış. Kendisi işkembesini almış. Sonra da elbise değişmiş.

Bir dere kenarına gitmiş. Koyunun işkembesini iyice yıkayıp kurutarak başına geçirmiş. Olmuş bir keloğlan.

Gene yola düşmüş. Kısa bir zaman sonra şehre girmiş. Bir hana giderek atını ahıra çektirmiş.

Hancıya:

– Ben kimsesiz bir keloğlanım demiş, beni yanınıza uşak alır mısınız?

Hancı:

– Alırım Keloğlan demiş, ama az para verebilirim.

O vakit, bu:

– Ben para falan istemem demiş. Gördüğüm işe karşılık yalnız karnımı doyur, bana yeter!

Hancı, oğlanın bu teklifine pek memnun olmuş. O günden sonra oğlan handa uşaklık yapmaya başlamış.

Günlerden bir gün hancı hastalanıp yatağa yatmış. Oğlan gidip ona bir hekim getirmiş. Hekim, hancıyı muayene ettik-ten sonra:

– Hastalığını iyi etmenin bir çaresi var demiş. Padişahımızın yeni yaptırdığı caminin avlusundaki şadırvandan su getirtip üç bardak içersen bir şeyin kalmaz, iyileşirsin!

O zaman oğlan:

– Aman hekimbaşı demiş, bundan kolay ne var? Ben şimdi gidip getiririm.

Hekimin sözlerine pek sevinen hancı da:

– Haydi Keloğlan, çabuk koş demiş.

Oğlan eline bir bakraç alarak camiye koşmuş. Şadırvandan su doldurup camiden çıkarken, kubbedeki Altın Bülbül ötmeye başlamaz mı? Oğlan cami kapısından dışarıya çıkıncaya kadar öyle güzel ötmüş, öyle güzel ötmüş ki bütün şehir halkı onun güzel sesine hayran olmuş. Hemen saraya adamlar koşarak padişaha Altın Bülbül’ün öttüğünü haber vermişler.

Padişah bu habere sevinmiş. Kendi kendine:

– Bunda bir iş var demiş, bugüne kadar hiç ötmeyen Altın Bülbül, acaba birdenbire neden ötmeye başladı? Yoksa, iyi tanıdığı birini mi gördü?

Bunun üzerine padişah cuma günü camiye giderek şehirdeki bütün insanları caminin avlusundan birer birer geçirmeye karar vermiş.

Ertesi günden itibaren şehirde tellallar dolaşmaya ve padişahın emrini ilan etmeye başlamışlar.

Cuma günü sabahleyin padişah arabasına binerek camie gitmiş, avluda durmuş. Dışarıda toplanan şehir halkı, birer bi-rer avludan geçmeye başlamış.

Padişah, “Altın Bülbül ha şimdi ötecek, ha şimdi ötecek” diye heyecanla bekliyormuş.

Dışarıda toplananlar tek kişi kalmayıncaya kadar caminin avlusundan geçtikleri halde Altın Bülbül ötmemiş.

Padişah kızmış, bağırmış:

– Şehirde başka kimse yok mu? Her tarafı araştırın, sorun! Kim kalmışsa buraya gelmemiş, çabuk getirin!

Padişahın vezirleri, yaverleri, kalfaları, uşakları hemen koşarak şehre dağılmışlar, her tarafı aramışlar.

Sonra padişaha gelerek:

– Her yeri aradık demişler. Buraya gelmemiş bir kişi bulduk. O da, hancının uşağı Keloğlan.

Padişah:

– Çabuk buraya getirin demiş.

Gidip Keloğlan’ı bularak getirmişler.

Keloğlan caminin avlusuna girer girmez, Altın Bülbül birdenbire ötmeye başlamasın mı? Öyle güzel ötüyor, öyle şak-rak ötüyormuş ki padişah da, orada bulunanlar da bir anda her şeyi unutarak zevk içinde Altın Bülbül’ü dinlemeye ko-yulmuşlar.

Sonra kendine gelen padişah, Keloğlan’a dönerek:

– Yaklaş bakayım bana Keloğlan demiş.

Oğlan, zaten babasını görünce çok heyecanlanmış. “Yaklaş bana” deyince, kendisini daha fazla gizlemeye lüzum görmemiş. Birdenbire:

– Babacığım diye bağırıp koşarak ellerine sarılmış.

Sesinden küçük oğlunu tanıyan padişah da:

– Sevgili yavrum diyerek onu ellerinden tutup kaldırmış, kucaklamak istemiş.

O zaman oğlan, başındaki işkembeyi çıkararak:

– Babacığım demiş, izin verirseniz gidip temizleneyim, üstümü, başımı değiştireyim, hancıya da anahtarlarını vererek hemen geleyim?

Etraftakiler baba oğulun birbirlerine yeniden kavuşmasını gözyaşları içinde seyrederlerken, padişah oğluna izin vermiş.

Oğlan koşup hana gitmiş. Anahtarları hancıya teslim etmiş. Veda ederek ayrılmış. Gidip bir hamama girmiş. Orada yıkandıktan sonra saraydan gönderilen yeni elbiseleri giyip çıkmış.

Doğruca saraya gitmiş. Annesini bulup elini öperek boynuna sarıldıktan sonra padişah sormuş:

– Eeee oğlum demiş, anlat bakalım, bu zamana kadar nerelerdeydin?

Küçük oğlan başlamış başından geçenleri bir bir babasına anlatmaya.

Onlar böyle konuşurlarken, Kafdağı’nın ardındaki peri padişahının kızı uykudan uyanmış. Bir de bakmış ki mumların yeri değişmiş. Başucunda duran Altın Bülbül de çalınmış.

Fena halde hiddetlenmiş. Bağırıp çağırmaya başlamış.

Bütün peri kızları etrafına toplanmışlar. Onlara:

– Çabuk bana Altın Bülbül’ü kimin çaldığını öğrenin diye emir vermiş.

Peri kızları, sultanın yanından çıkmışlar. Gidip sarayın bahçe kapısına yakın bir yerde duran arslanla kaplana, bulanık pınara, dikenli çalılara, al kapı ile yeşil kapıya sormuşlar. Sonra hemen dönüp Peri sultanın yanına giderek:

– Altın Bülbül’ü bir delikanlı çalmış demişler. Bu delikanlı bir padişah oğluymuş. İsterseniz gidip onu bulalım?

Peri Sultan:

– Çabuk hazırlanın, diye emir vermiş, derhal o padişahın memleketine gideceğiz. Şehzade Altın Bülbül’ü nasıl kaçırdığını doğru anlatırsa, ne âlâ… Yok, yalan söylerse, o memleketi yakıp yıkacağız. Sarayı padişahın da, oğlunun da başına geçireceğiz!

Peri kızları hazırlıklarını yapmışlar. Sihirli aynadan bakarak Altın Bülbül’ün bulunduğu memleketi öğrenmişler. Sonra önlerinde Peri Sultan olduğu halde beyaz bulutlara binerek uçup, padişahın memleketine gelmişler.

Yere inip şehir dışında kırk çadır kurmuşlar.

Peri Sultan, “Altın Bülbül’ü kim benim sarayımdan çalıp da buraya getirdi ise bana gelsin,” diye padişaha bir kâğıt yazıp bir peri kızı ile saraya göndermiş.

Padişah, Peri Sultan’ın kâğıdını okuyunca, korkmuş. Büyük oğlu ile ortanca oğlunu da yanına çağırarak üçüne birden sormuş:

– Altın Bülbül’ü Peri Sultan’ın sarayından hanginiz aldı?

En küçük oğlan, ben aldım demek için hazırlanırken, en büyük oğlan hemen atılarak:

– Ben aldım babacığım demiş.

Padişah:

– Öyleyse seni Peri Sultan bekliyor demiş, git bakalım ne diyecek?

Peri kızı, büyük şehzadeyi yanına alıp Peri Sultanı’na götürmüş.

Peri Sultan:

– Delikanlı demiş, bana doğru cevap ver. Altın Bülbül’ü benim sarayımdan sen mi aldın?

Büyük şehzade:

– Evet sultanım, ben aldım, diye cevap vermiş.

Bu sefer Peri Sultan:

– Peki, benim sarayıma gelirken yolda hiçbir şey görmedin mi, diye sormuş, sarayıma çok mu kolay girdin?

Şehzade:

– Yolda falan hiçbir şey görmedim demiş, sarayınıza girmek için de zorluk çekmedim. Elimi, kolumu sallayarak odanıza girdim, Altın Bülbül’ü alıp döndüm.

Onun bu cevabına fena halde sinirlenen Peri Sultan:

– Yalan söylüyorsun, diye bağırmış. Şimdi kafanı kestiririm. Çabuk defol buradan. Altın Bülbül’ü kim aldıysa, o gelsin!

Büyük şehzade peri kızıyla beraber dönüp saraya gelmiş.

Peri kızı, padişaha:

– Altın Bülbül’ü getiren bu oğlunuz değil demiş. Sultanımız yalan söylediği için ona çok kızdı, geri gönderdi. Altın Bülbül’ü getiren hangi oğlunuzsa, onu istiyor.

Büyük oğlunun yalan söylediğini öğrenen padişah ona çok kızmış, ama hiç belli etmemiş. Peri kızına:

– Bir yanlışlık oldu galiba demiş. Kusura bakmayın. Altın Bülbül’ü getiren oğlumu şimdi öğreniriz.

Dönüp ortanca oğlu ile küçük oğluna sormuş.

– Altın Bülbül’ü hanginiz getirdi?

En küçük şehzade gene ben getirdim demeye hazırlanırken, bu sefer de ortanca şehzade ondan önce atılıp:

– Babacığım demiş, Peri Sultan’ın sarayına ağabeyimle beraber girmiştik ama saraydan Altın Bülbül’ü ben almıştım. Ağabeyim herhalde unutmuş olacak.

Padişah:

– Peki öyleyse demiş, haydi git bakalım.

Ortanca şehzade ile peri kızı padişahın yanından çıkarak Peri Sultan’ın çadırına gitmişler:

Peri Sultan:

– Altın Bülbül’ü benim sarayımdan sen mi aldın diye sormuş.

Ortanca şehzade:

– Evet sultanım, diye cevap vermiş, ben aldım.

Peri Sultan bu sefer:

– Peki demiş, sarayıma gelirken yolda hiçbir şeyle karşılaşmadın mı? Saraya çok kolay mı girdin?

Ortanca şehzade hiç düşünmeden:

– Yolda hiçbir şey görmedim demiş, sarayınıza da kolayca girdim. Altın Bülbül’ü alıp, kimseyle karşılaşmadan döndüm.

Onun bu cevabı üzerine Peri Sultan’ın suratı asılmış:

– Yalan söylüyorsun demiş, Altın Bülbül’ü alan sen değilsin. Çabuk git buradan, yoksa kafanı kestiririm. Altın Bülbül’ü alan kimse, o gelsin yanıma!

Ortanca şehzade hemen Peri Sultan’ın çadırından çıkmış. Peri kızıyla beraber saraya gelmiş. Peri kızı, padişaha çıkarak:

– Altın Bülbül’ü getiren bu oğlunuz da değil demiş. Yalan söylüyor. Sultanımız çok kızdı. Bülbül’ü getiren kimse onu istiyor.

Henüz küçük oğlunun hikâyesini sonuna kadar dinleyemediği için, Altın Bülbül’ü kimin getirdiğini öğrenememiş olan padişah, küçük şehzadeye dönerek:

– Oğlum demiş, bir de sen git bakalım.

Küçük şehzade babasının yanından çıkmış. Peri kızıyla birlikte Peri Sultan’ın çadırına gitmiş.

Daha Peri Sultan bir şey sormaya vakit bulamadan, o:

– Sultanım demiş, sen ne istiyorsun? Altın Bülbül’ü sarayından alıp buraya getiren benim. Yedi canlı devle sekiz canlı devi öldürüp kulaklarını kesen benim. Dokuz canlı devin yanına gidip memelerinden sütünü emen de benim. Başka öğrenmek istediğin bir şey var mı?

Oğlan, cebinden devlerin kulaklarını çıkarıp yere atmış. Peri Sultan:

– Peki demiş, sensin, inandım. Ama denizi nasıl aştın?

Küçük şehzade cevap vererek demiş ki:

– Denizin kenarında bir mermer taş vardı. Kaldırdım. Altındaki gemi aldım. Denize üç defa vurdum. Sular karıştı, bir denizatı çıktı. Üzerine atlayıp karşı tarafa geçtim. Gemi oradaki mermer taşın altına sakladım. Biraz yürüdüm, karşıma biri al, öteki yeşil iki ağaç çıktı. Her ikisinden de birer dal kestim. Gene yürüdüm. Önüme biri yeşil, öteki al iki kapı geldi. Al dalla al kapıya, yeşil dalla da yeşil kapıya vurdum. Kapılar açıldı, geçtim. Dikenli çalılar içine geldim. Her birinden, “Ne güzel yapraklar,” diyerek birer yaprak alıp cebime koydum. Yürüdüm. Bulanık pınarın başına geldim. “Ne berrak su” diye bol bol içtim, yoluma devam ettim. Bir arslanla bir kaplana rastladım. Önlerindeki etle otun yerini değiştirip oradan da geçtim. Gelip sarayınıza girdim. Odanızı bulup mumların yerini değiştirdikten sonra Altın Bülbül’ü alıp çıktım. İşte Altın Bülbül’ü bu şekilde ele geçirdim. Eğer bunları yaptığım için bana kızdınsa, senden hiç korkum yok.

Peri Sultan gülerek:

– Hayır şehzadem, kızmadım demiş. Tersine, yalan söylemediğin, yiğit bir delikanlı olduğun için seni çok beğendim. Ama ben Altın Bülbül’üm olmadan yaşayamam. Eğer istersen senin eşin olurum?

Bu sefer küçük şehzade:

– Gel, seninle padişah babamın yanına gidelim demiş.

Peri Sultan peri kızlarına dönerek:

– Ben burada kalıyorum demiş, Kafdağı’nın ardına dönmeyeceğim. Haydi siz gidin!

Peri kızları çadırları toplayıp bir anda gözden kaybolmuşlar.

Onlar gittikten sonra Peri Sultan’la küçük şehzade doğru saraya gidip padişaha çıkmışlar.

Küçük şehzade, Peri Sultan’ı babasına tanıtmış.

Peri Sultan:

– Padişahım demiş, Altın Bülbül’ü sarayımdan alıp buraya getiren yiğit, bu oğlunuzdur. Öteki oğullarınız yalan söylediler.

Onun bu sözleri üzerine padişah:

– Zaten ben Altın Bülbül’ü küçük oğlumun getirdiğini anlamıştım demiş. O, caminin avlusuna girdiği zaman Altın Bül-bül’ün bir ötüşü vardı ki tarif edemem.

Sonra küçük oğluna dönerek:

– Başından geçenleri anlatıyordun demiş. Hızır Dede’yle karşılaştıktan sonra ne oldu? Anlat bakayım!

Küçük şehzade, Hızır Dede’ye rastladığı andan memlekete dönünceye kadar başından neler geçtiyse, hepsini babasına bir bir anlatmış.

İşin aslını öğrenince padişah fena halde sinirlenmiş. Büyük oğlu ile ortanca oğlunu yanına çağırarak:

– Kardeşinize neler yaptığınızı öğrendim demiş. Üstelik, Altın Bülbül’ü biz getirdik diye, bana da, Peri Sultan’a da yalan söylediniz. Ben, öz kardeşini öldürmek için kuyuya bırakan, üstelik de babasına yalan söyleyen evlat istemiyorum. Şimdi memleketi terk edeceksiniz. Bundan sonra benim evladım değilsiniz. Gidin, başka memleketlerde çalışarak hayatınızı kazanın. Yüzünüzü görmek istemiyorum!

İki kardeş, ağlayarak babalarının yanından çıkmış. Gidip annelerine veda ederek memleketten uzaklaşmışlar.

Onlar çıktıktan sonra padişah küçük oğluna dönerek:

– Oğlum demiş, ben artık ihtiyarladım. Sen, doğru, çalışkan ve cesur bir delikanlısın. Benim yerime bundan sonra memleketin padişahı sen olacaksın!

Sözünü bitirince, Peri Sultan’a bakarak:

– Sultanım demiş, seni de oğlumla nişanlıyorum. Sen de bu memleketin sultanı olursun. Birlikte mutlu yaşarsınız.

O günden sonra düğün hazırlıkları yapılmış. Küçük şehzade ile Peri Sultan’ın evlenmeleri kırk gün kırk gece süren şenliklerle kutlanmış.

Daha sonra padişah ihtiyarlığını ileri sürerek yerini oğluna bırakmış.

Cesaretinin, doğruluğunun mükafatını gören genç padişah bir taraftan memleketinin ilerlemesi için çalışıyor, öte yandan da güzel eşi Peri Sultan’la mutlu bir hayat sürüyormuş.

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım tavan arasına.

Naki Tezel

Türk Masalları

Alfa Yayınları-2019

 

Muzip Masal Cini

Masallar üzerine ve masallara dair her şeyi heybesine doldurmuş bir masalcıdır Muzip Masal Cini. Bu bakımdan kendi masallarını ve Ribelyus adlı masal evreninde yaşananları naklederken başka hikayelere de misafir olur. Uzun lafın kısası masalların anlatılmayıp unutulmaya yüz tuttuğu bu yüzyılda yeniden masal anlatabilmek adına beyhude mücadeleye girmiş bir hayal kahramanıdır. Aynı zamanda anlatıla anlatıla günümüze kadar yolculuğuna devam eden masalların toplanması, derlenmesi ve arşivlenmesi gibi çalışmaları kendine görev addetmiştir. Muzip Masal Cini hem masal yazmak hem de unutulmaya yüz tutmuş masalları kayıt altına alıp arşivlemek üzerine hayat bulmuş bir hayali kahramanın gerçek dünya ile masalsı mücadelesidir.

Henüz Yorum Yapılmamış

Yorum Yapın

Eposta adresiniz yayınlanmayacak.