Amak-ı Hayal ile Rüyalardan Tasavvufa Bir Yolculuk- Yokluk Tepesi (Parça2)
Hikayenin ilk kısmının linki şudur.
Bir önceki yazının devamı olduğu için lafı çok uzatmadan kaldığımız yerden hikayenin devam ediyoruz.
(2.Parça)
Tırmandığımız yolun her iki tarafı da eşsiz güzellikteki manzaralarla doluydu. İnsanı mest eden güzel bir koku etrafa yayılmakta, gül ağaçlarını muhabbet yuvası edinmiş bülbüllerin nağmeleri insanın kalbini titretmekteydi. Üzerinde yürüdüğümüz yol çok ince, altın gibi parlak, pamuk gibi yumuşak kumlarla örtülüydü. Yolun her iki tarafından akan hoş ve mini mini derelerin şırıltısı, âşığın maşukuna kavuştuğu sırada söylediği kesik, heyecanlı, titrek ve coşturucu sözler gibi insanın kulağını ve yüreğini okşuyordu. Dağa tırmandıkça güzellik artmaktaydı. Sonunda bir köşke, daha doğrusu bir saray yavrusuna vardık. Bir taraftan yükseklere tırmanmak, bir taraftan da hava beni son derece acıktırmıştı. Köşkün kapısından içeri girer girmez muhteşem güzellikteki yemeklerden yayılan kokular burnumu okşadı. Büyük bir odaya girdik. Ortaya bir sofra kurulmuştu. Altın tabakların içinde, insanoğlunun sanatkârca yaptığı ne kadar yemek varsa hepsi bulunuyordu. Bana kalsa, hemen sofraya kurulup karnımı doyuracaktım. Fakat Buddha elimden tutuyor ve kulağıma: -Yokluk tepesine tırmanıyoruz. Bu yemeklerden yediğin takdirde buradan geri dönmen ve benden ayrılman gerekir, diyordu. Bir kurt gibi acıkmama rağmen bu emre itaat ettim. O enfes yemeklerin karşısında bir saat oturduk. Buddha susuyordu. Ben ise garip birtakım hislerin etkisi altında kalarak gücümü yitirmiştim. Bu zatın, yaşayan ve yiyip içmeye ihtiyaç duyan bir insanı, sanki bir melekmiş gibi aç bırakmasına içten içe kızıyordum. Nihayet birdenbire: -Haydi artık gidelim. Yeteri kadar dinlendik, dedi. Tam köşkten çıkacağımız sırada cennetteki gılmanları andıran bir genç karşıma çıktı. Elindeki altın tepsinin üzerinde üç tane billur kâse bulunuyordu. Bunların birinin içinde su, diğerinde şarap, üçüncüsünde ise şerbet vardı. Genç: -Efendim! Tırmanılacak yer hayli uzakta. Yemek yemediniz, bari birşeyler için, dedi. Nazikçe sunulan bu teklifi hemen kabul edip, şarap kâsesini elime aldım. Genç, sevinç ve mutluluk içinde yüzüme bakıyordu. Seher vaktindeki güzelliği andıran hoş bir gülümseme, yüzündeki parlaklığa göz kamaştırıcı bir dalgalanma veriyordu. Kâseyi dudaklarıma değdireceğim sırada Buddha elime vurdu. Kâse yere düştü. Hiçbir şey söylemeden elimden tuttu. Köşkten çıkıp yola devam ettik. Bir ara nereden geldiğini anlayamadığım bir ses duydum. Bu ses o kadar güzeldi ki Davud’un sesi bunun yanında karga sesi gibi kalırdı. Şöyle söylüyordu:
“Ey avare yolcu! Yürü! Durma, yürü! Bu geçici âlemin zevkleri seni Allah’a kavuşmaktan alıkoymasın. Bu eşsiz manzaraların, bu güzelliklerin hepsi yalnızca bir rüya ve hayaldir. Ey zavallı ziyaretçi! Yürü! Durma, yürü! Yürü, kendi aslına kavuş. Kemalin dereceleri bunlardır. Geçici süs ve gösterişi terk edip, yürü ki Allah’a kavuşma kadehinden içesin. Yürü ki, yokluk meydanında Allah’ın kudretini ve sırrını göresin.”
Bu sesin tatlılığından, gözlerimden hüzün ve zevk yaşları akıyordu. Fakat yolumuza devam ettik. Geceyi çimenlerin üstünde geçirdik. Derin bir uykuya dalmıştım. Ne rüya, ne de hayal gördüm. Ertesi gün sabah erkenden tekrar yola koyulduk. Öğle üzeri karşımıza bir saray çıktı. Bu saray ancak hayal âleminde görülebilirdi, yani ancak hayal gücünün yaratabileceği nitelikte muhteşem bir eserdi. Bundan daha güzel, daha mükemmel, daha gösterişli bir yapı hayal etmek imkânsızdı. Oraya doğru yöneldik. Aramızda beş on adımlık bir uzaklık kaldığında kapısı kendiliğinden açıldı. O sırada Buddha şöyle dedi: -Bu saray insanların ayağını kaydıran yerdir. Bu saray imtihan yeridir. Doğruluk ve sebatın sağlam ipine sımsıkı yapışanlar bu yeri geçebilir. İlerisinde Yokluk Tepesi vardır. Fakat buradaki gösterişe ve gönül alıcı şeylere kapılanlar, keder dolu olan cehennem çukuruna düşerler. Burası bir arzu cenneti, ilerisi ezeli bir yokluk meydanıdır. Burası göz boyayan şeylerle dolu bir saray, tüm konuklarını işkence ederek öldüren bir misafirhanedir; ilerisi zevk ve hürriyet meydanı, mutlak âlemdir, birlik yeridir. Burada kalan ağlayıp sızlanma yurduna gider, ileriye giden dert ve sıkıntıdan kurtulup makamsızlığa kavuşur. Burada kalan arzu ve isteğe, hırs ve emele esirdir. İleri gidenin tahtı, sonsuz bir meydan ve mânâ âlemidir. Akıllı ol, aldanma! Sebat et! Ben seni burada bekliyorum. Haydi, içeri gir! Hava serindi ve mis gibi kokular kaplamıştı etrafı. Zümrüt gibi çimenleri, parlayan çiçekleri, çakıl taşı büyüklüğünde her çeşit mücevherle döşenmiş bahçeyi geçerek sarayın kapısına ulaştım. Yirmi otuz kadar cariye beni karşıladı. Her biri eşsiz güzellikteydi. Benzerlerine hayal âleminde bile çok az rastlanırdı. İki tanesi teşrifatçı görevini görüyordu. Binbir türlü hürmet ve ağırlamayla bir odaya götürüldüm. Sarayın görkeminden, kızların eşsiz güzelliğinden, özellikle de kollarıma girenlerin cazibesinden şaşırmış, aptallaşmıştım. Kuşların cıvıltısını ya da perilerin şarkısını andıran gönül okşayıcı sözlerle “Hoş geldin!” diyen kızlardan biri kavrulan dudaklarıma bir kadeh uzattı. Aklımı kaybetmiştim. Kadehi alıp içtim. Buz gibi soğuktu ve tattığım içeceklerin hepsinden güzeldi. Yeniden doğmuş gibi oldum. Derhal bohçalar getirildi. İçlerinden süslü ve ipekli havlular çıkarıldı. Hizmetçiler mini mini elleriyle elbisemi çıkarmaya başladılar. Önce odanın bitişiğindeki bir salona, oradan da hamama sokuldum. Hepsi çıplak bir sürü huri karşıladı beni. Bedenleri o kadar mükemmel ve çekiciydi ki bu güzellik abidelerinin arasına melek bile girse şehvete kapılırdı. Her yanı çeşitli renklerdeki taşlardan yapılmış olan hamamın göbek taşına serilmiş bir yatağa yatırıldım. Hurilerin mini mini elleri altında bedenim titrerken, kadın tellâk kılığına girmiş bu eşsiz heykellerin zarif dokunuşlarıyla fazlaca yorulmuş olan bedenim kısa bir süre sonra tamamen uyuştu ve tatlı bir uykuya daldım. Uyandığım zaman hamamın sıcak bir bölmesine götürülerek yıkandım. Arkasından soğuk su dökündüm. Böylece yorgunluğum geçmiş, canlanmıştım. Baştan başa hayat pınarı kesilmiş bir vaziyette hamamdan çıkarılıp, mükemmel bir odaya götürüldüm. Abanoz ağacından yapılmış bir masaya gümüş bir tepsi konuldu. Sofra kuruldu. Dünyadaki yemeklerden hiçbirisiyle kıyaslanamayacak kadar lezzetli yemekler getirildi. Peri yüzlülerden biri billur bir sürahi getirdi. Bir kadeh şarap sundu. Bir grup kız ellerine müzik âletleri alıp, şarkı söylemeye başladılar. Bu zevk âlemi bir saat kadar sürdü. Sevincim son haddine varmış, nefsim kudurmuş ve şehvetin verdiği azgınlıkla âdeta bir canavar kesilmişti. O sırada içeriye bir kız girdi. Ellerini göğsünde kavuşturarak karşımda durdu. -Efendim, Peri, size kavuşmaya ve sizinle muhabbet etmeye can atmaktadır. Kaç gündür gözyaşları içinde gelmenizi bekliyordu. Buyurun!., dedi.
Sonra koluma girerek beni sarayın ikinci katına çıkardı. Bir odaya sokup, kapısını kapadı. Güzellik perisinin yüzünü görünce, hayretlere düştüm. Dünyada gördüğüm en güzel kadının bu güzellik perisine göre durumu, on paralık bir mumun, güneşe göre durumu gibiydi. Gözlerim kamaştı. Karardı. Dizlerimin bağı çözüldü. Gözlerindeki şehvet kıvılcımı o kadar çekici, dudaklarındaki gülümseme o kadar arzu uyandırıcıydı ki heyecandan ayağa kalkamadım, sürüne sürüne yatağın yanına gittim. Merhamet dilercesine, bayağılaşarak, bir dilenci gibi, gözlerimi bu eşsiz güzele çevirdim. Aşk perisi, erguvanî tüllerle süslü bir yatakta yatıyordu. Gümüş gibi beyaz vücudunu yalnızca ince, ipek bir giysi örtüyordu. Bu haliyle, etrafında ışık huzmesi olan aya benziyordu. Bu ince örtü o eşsiz güzellikteki bedeni örtmüyor, o melek yüzlünün arzu ile seyredilmesini engellemiyordu. Gözlerindeki şehvet ateşi alevlendi. Dudakları arzu ve gücenmeyi anlatan can alıcı bir titreme ile titremeye başladı. Al yanağı şehvet ateşiyle bir kat daha kızardı. Kollarını açtı. Siyah saçları, aşkla titreyen gümüş gerdanını sardı. Böylece, bir güzellik abidesi çıktı ortaya. Kollarını açarak: “Gel!.. Gel!” dedi. Ben minnet ifade eden bir çığlık kopararak kucağına atladım. Parlak yanaklarını ve titreyen dudaklarını öptüm. Bu birleşme sadece bir an sürdü, bir an… O sırada gök gürültüsünü andıran bir ses yeri göğü inletti. Korkunç bir zelzele, sanki dünyayı alt üst etti. Düşen bir yıldırım sarayı sarstı. O kocaman bina bir avuç toprak gibi yığıldı. Yıkılıp gitti. Korkudan gözlerimi kapadım. Sevgilime sarıldım. Gözlerimi açtığımda kendimi bir cadının kucağında buldum. Çok iğrenç ve çok pisti. Hayret ve nefretle dolu bir çığlık kopararak, boynuma sarmış olduğu kollarını açtım ve kendimi kurtarmaya çalıştım. Baykuş sesini andıran kahkahalar kopardıkça hilâl şeklindeki çenesi, kartal gagasına benzeyen burnuna değiyor, bu iki çengel birbirinden ayrıldıkça lağım çukuruna benzeyen ağzı açılıyor, sararmış uzun dişleri görülüyordu. Ben kendimi kurtarmaya çalıştıkça, cadı olanca kuvvetini kollarına verip beni bırakmamaya çalışıyor ve şöyle diyordu: -Nankör! Az önce ayaklarıma kapandığını ve tattığın eşsiz zevki unuttun. Merak etme, ben, bir müddet sonra yine eski hâlime döneceğim. Güç belâ cadının elinden yakamı kurtardım. Saray, bir çöplüğe dönüşmüştü. Önceden her biri birer huriye benzeyen hizmetçiler şimdi birer cadı olmuştu. Beni kovalamaya başladılar. Ellerine düşmemek için ardıma bakmadan koşuyordum, daha doğrusu uçuyordum. Nihayet yorgunluktan bitkin düştüm. Cadılar beni takip etmekten vazgeçmişlerdi. Etrafıma bakındım. O zümrüt gibi çimenlerin yerinde dikenler, bülbüllerin yerinde baykuşlar, altın kumların yerinde siyah ve sivri çakıllar vardı. O an aklıma Buddha geldi. Beni kapının önünde bekleyecekti. Fakat ortalıkta ne kapı, ne de Buddha vardı. Ağır ağır dağdan inmeye başladım. Sonunda bir meydana vardım. Karşımda bir kalabalık belirdi o an. Meydanın doğusunda, başında altın bir taç, elinde kıymetli taşlarla süslenmiş bir asa, üstünde kıymetli elbiselerle Buddha bir tahtın üzerinde oturuyordu. Etrafı, süslü ve parlak elbiseler giymiş, başları ululuk taçlarıyla süslenmiş insanlarla çevriliydi. İki kişi kollarımdan tutup, beni onun huzuruna götürdü. Buddha büyük bir heybetle ayağa kalktı. Kolunu bana doğru uzattı. Şehadet parmağıyla işaret ederek: -Ey, sözünde durmayan insan! Ey insan! Ey, kadın yaratılışlı insan! Yazık sana! Sözünde durmadın. İstenilen noktaya varmadın. “Birlik” sarayına girmedin. Mutlak birlikteliğe ulaşmadın. Yokluk tepesine çıkmadın. Ey gafil adam! Git bu yerlerden, git! Önünde diz çöküp, bedenini ve ruhunu teslim ettiğin cadıya, dünyaya git! Sen seçkin bir insan değilsin. Sen bu meclisin eri değilsin. Git! Git ki arzu ejderhası ciğerlerini yesin. Git, git ki hırs akrebi Nemrut’un beynini kemirdiği gibi seninkini de kemirsin. Git, git ki dünyadan bir köpek eksilmiş olmasın. Git, git ki mert insanların gül bahçesi dolmasın. Git namert! Git!.. Git!., dedi. Sonra eliyle, taşlara emir verir gibi bir işaret yaptı. Bulunduğum yerdeki taş, toprak, ot, kısacası her şey şimşek hızıyla aşağı doğru akmaya başladı. Nihayet karanlık bir uçuruma yuvarlandım.
Bir ıstırap çığlığı, ciğerlerimi parçalayarak, boğazımı yırtarak ve titreyen dudaklarımı hırpalayarak çıktı. Gözlerimi açtım. Aynalı Baba’nın güleç ve yumuşak yüzü, hüzünlü gözleri gözlerime ilişti. Elindeki maşrapayı bana verdi. İçtim. Sonra, yeni pişirdiği sade kahveyi ikram etti: -Evlâdım! Yokluk Tepesi’ne varmak kolay değildir, kolay değil, dedi. Elimde olmayarak ayaklarına kapandım. Ertesi gün yanına gelmek üzere izin istedim. -Bu memlekette bulunduğum müddetçe, aramızda geçen şeyleri kimseye söylemeyeceğine söz ver, dedi. Ben de söz verdim. İzin verdi
((Not: Görseller bir önceki yazıda linki verilen kitaba aittir.)
Her ne kadar sürçü lisan ettikse affola
Muzip Masal Cini