ANKA KUŞU (Horasan Masalı)
Biri vardı, biri yoktu, Hüdâdan başka hiç kimse yoktu.
Bir sultan ve onun üç oğlu vardı. Onun büyük bir bağı ve o bağın içinde de büyük bir nar ağacı vardı. Bu ağaç, her yıl üç tane nar verirdi. Bunların her birinin içi tamamen la’l ve mücevherle dolu olurdu. Her yıl, bu narlar olgunlaşınca, bir dev gelir, bunları kopartır ve kaçardı.
Bu yıl da sultanın büyük oğlu dedi ki, ‘gideyim, bakayım, bu narları kim gelip kopartıyor.’ Oğlan, gece kalktı, gitti ağacın yanında nöbet tuttu. Gece yarısı olunca, oğlanı uyku bastırdı. Oğlan tuttu, o ağacın yanında yattı. Gece yarısı olunca, dev geldi, narlardan birini kopardı ve kaçtı.
Öbür gece, ortanca oğlan babasına:
“Ey baba, bu gece benim nöbetim, gideyim orada nöbet tutayım”, deyince, babası:
“Büyük kardeşin gitti, bir şey yapamadı”, dedi, “şimdi sen ne yapabilirsin?”
Oğlan dedi:
“Hayır, bu gece benim nöbetimdir, gitmem gerekir.” Babası dedi:
“Pekâlâ, git.”
Gece olunca, oğlan gitti, orada nöbet tuttu. Gece yarısı olunca, onu da uyku bastırdı, orada ağacın altında yattı. Dev geldi, nar kopardı ve kaçtı. Ertesi gece, sultanın küçük oğlu babasına dedi:
“Bu gece benim nöbetimdir, gidip benim nöbet tutmam gerekiyor.”
Sultan dedi:
“Ey oğul, büyük kardeşlerin bir şey yapamadılar, senin elinden ne iş gelir?”
Küçük oğlan der ki:
“Ey baba, bu gece kesinlikle benim nöbetim, gitmem gerekir! Ben gidiyorum.”
Babası dedi:
“Pekiyi, git.”
Gece olunca, oğlan tüfeğini ve fişekliğini alıp gitti, orada ağacın altında nöbet tutmaya gitti. Gece yarısı olunca, oğlanı uyku bastırdı. Oğlan derhal elini bıçakla kesti. Sonra, uykusu kaçsın diye, üzerine biraz tuz döktü. Bir süre sonra, ağacın üstünde bir karartı gördü, tüfeğini çıkardı, içine bir kurşun koydu ve onu ateşledi. Sabah olunca, babasının sarayına gitti, dedi:
“Ey baba, narların yerini buldum. Şimdi kardeşlerimle onları alıp getirelim.”
Babası dedi:
“Güzel.”
Üç kardeş kalktılar, atlarını eyerlediler, devin kan izinlerini takip ederek gittiler, gittiler çöle çıktılar. Kanın izini sürerek sonunda büyük bir kayaya ulaştılar. Kayadan o bir yana kan izi yoktu. Geldiler, kayayı kaldırdılar, baktılar ki, altında gerçekten bir kuyu var! Büyük kardeş dedi:
“Haydi, şimdi beni iple bağlayın, ben aşağı ineyim.”
Onu iple bağladılar. Aşağı inip kuyunun yarısına gelince, dedi:
“Ben yandım!” Onu yukarı çektiler.
Öbür kardeşi dedi ki:
“Beni bağlayın, ben ineyim.” Onu da bağladılar; kuyunun yarısına gelince, dedi:
“Ben yandım!”
Onu da yukarı çektiler.
Küçük kardeşleri dedi:
“Beni bağlayın, ben aşağı ineceğim. Eğer ‘yandım’ dersem, yukarı çekmeyin, tersine, bırakın, aşağı ineyim.”
Öbür kardeşleri dediler:
“Pekâlâ.”
Küçük kardeşi iple bağlayıp kuyunun dibine bıraktılar. O her ne kadar ‘yandım’ dese de, onlar onu bıraktılar, aşağı indirdiler. Aşağı inince, baktı; huri peri gibi bir kız oturmuş, bir devle başım onun dizine koymuş, uyumakta.
Kız şaşırdı, dedi:
“Ey çiğ süt emmiş insanoğlu! Sen nere, bura nere? Buraya niçin geldin?”
Oğlan dedi:
“İşte, dev ile savaşmaya geldim.”
Kız dedi:
“Ey oğlan! Git, dev yerinden kalkarsa, seni bir lokmada yer.”
Oğlan dedi:
“Hayır, ben mertçe savaşmak istiyorum.”
Kız dedi:
“Pekâlâ!”
Oğlan kılıcını kınından çıkardı, bastı bu devin ayağına. Dev uykudan uyanmadı. Yeniden ayağına bastı, üç defaya dek, ta ki dev uykudan uyandı.
Dev dedi:
“Ey insan oğlu, sen nere, bura nere?”
Oğlan dedi:
“Ben seninle savaşmaya geldim.”
Birbirleriyle savaştılar. Oğlan Hazreti Ali’yi andı, onu kaldırdı ve yere attı, başını da kesti. Kız çok sevindi, dedi:
“Biz üç kız kardeşiz, üçümüz de buradayız, şimdi üçümüz de yukarı çıkmalıyız.”
Oğlan dedi:
“Olur.”
Kız sordu:
“Kuyunun başında kim var?”
Oğlan dedi:
“Kardeşlerim var.”
Kız dedi:
“Pekâlâ, eğer kardeşlerin sana kalleşlik yapıp, seni yukarı çekmezlerse, sana bir yol göstereyim.”
Oğlan dedi:
“Göster.”
Kız dedi:
“Eğer biz yukarı çıkar da ola ki, onlar seni yukarı çekmezlerse, burada iki tane taş var. Onları birbirine vurursan, iki koç gelir, burada oynar. Bu koçlardan biri ak, biri karadır. Eğer akın üstüne sıçrayabilirsen, seni yukarı çıkarır. Eğer karanın üstüne sıçrarsan, ne kadar aşağıdaysan, o kadar da aşağı inersin.”
Oğlan dedi:
“Olur.”
Üç kızı yukarı verdi, sonra kuyunun dibinde ne kadar la’l mücevher varsa yukarı çektirdi. Sonra ipi kendine bağladı.
Kardeşi dedi:
“Sen kimsin?”
Küçük kardeş dedi:
“Benim.”
Bunun üzerine, yukarıdaki kardeşi ipi kemerinden açtı, bıraktı. O da kuyunun dibine düştü. On dakika sonra kendine geldi, baktı ki; hala kuyunun dibindedir. Dolandı, iki taşı buldu, ikisini birbirine vurdu. Bunun üzerine iki koç göründü. Koçlar oynadılar. Akın üstüne sıçramak istedi, fakat karasının üstüne sıçradı; ne kadar aşağıda ise, o kadar aşağı indi. Birkaç saat orada baygın kaldı. Birkaç dakika sonra, baktı, bir ışık beliriyor. Kalktı, yavaş yavaş aydınlık tarafa yürüdü, ta ki aydınlık çoğaldı. Bir köye ulaşıncaya dek o ışığı takip etti. Aç ve susuz orada durdu. Baktı, yaşlı bir adam iki ineğini bağlamış, tarlada çift sürüyor, dedi:
“Ey baba!”
Adam dedi:
“Buyur!”
Oğlan dedi:
“Eğer bana çay ekmek getirirsen, ben de senin yerine bu sığırları çifte sürerim.”
Yaşlı adam dedi:
“Pekâlâ! Sen gel, bu sığırları çifte sür, ben de gidip sana çay ekmek getireyim. Ancak, sakın ola, sesini yükseltme, çünkü orada iki tane aslan yatmakta. Sonra kalkarlar, gelip köyün içinde kükreyip, hepsini bir kenardan yerler.”
Oğlan dedi:
“Pekâlâ, sen git, bana ekmek getir, hiç merak etme!”
Yaşlı adam kalktı, oğlana evinden çay ekmek getirmeye gitti. Adam köye gidince, oğlan feryat etti, o iki aslan geldi. Oğlan kalktı, o iki aslanla güreşti, onları tuttu, ineklerin yerine bağladı ve yeri onlarla sürdü, inekleri de çöle bıraktı. Yaşlı adam, oğlanın ne yaptığını görmek için tepenin üstüne çıkar. Tepenin üstüne çıkınca, bakar ki; oğlan iki aslanı tutmuş, bağlamış, yeri sürüyor. İnekleri de çöle bırakmış. Geldi, muhtara dedi:
“Ey muhtar! Sen ne diye oturmuşsun? Kalk, genç bir oğlan geldi. Ona çay ve ekmek getirmeye geldim, baktım ki, o iki aslanı tutmuş, inekleri bağlamış, yeri sürüyor. Gelin, ona bakmaya gidelim!”
Bütün köy halkı toplandılar hem korkuyorlar hem de gidiyorlardı. Geldiler, oğlanın yanına vardılar, baktılar ki; bu genç oğlan aslanları bağlamış, çift sürüyor. Muhtar aldı dedi:
“Ey genç, senin ne dileğin var? Ne istersen, yerine getireyim.”
Oğlan dedi:
“Benim hiçbir dileğim yok, yalnız bana Akşehir’in yolunu gösterin ki oraya gideyim.” Muhtar dedi:
“Ben Akşehir’in yolunu bilmiyorum. Birkaç ağaç o tarafa git, orada bacım var, o bilir, sana yol gösterir.”
Oğlan o bacının evine gitti. Bacısı dedi ki:
“Ben de görmedim, birkaç ağaç daha o tarafa git, orada benim bir bacım var, o bilir, sana yol gösterir.”
Oğlan öbür bacının yanına gider. Öbür bacı da der:
“Ben de görmedim, birkaç ağaç o tarafa git, orada benim bir bacım var, belki o sana yol gösterir.”
Öbür bacının yanına gitti, öbür bacı da dedi ki:
“Ben Akşehir’in yolunu görmedim.”
Oğlan iyice çaresiz kaldı, gitti gitti bir dereye ulaştı. Dere kenarında bir çınar vardı. Oğlan yorgunluktan o çınarın altına oturdu ve uykuya daldı. Birkaç saat sonra, uykudan kalktı, baktı, bir ıslık sesi geliyor. Dolandı baktı, ağacın üstünde bir yılan gördü; ağacın üstündeki Anka kuşunun yavrularını yemeğe gidiyordu. Oğlan yerinden kalktı, kılıcını kınından çıkardı, vurdu bu yılanı, iki parçaya ayırdı. Bir parçasını kuşların yuvasına attı, öbür parçasını da sakladı. Anka kuşu gelince, yavrularını gördü, çok sevindi, çünkü her yıl yavrulardı, yılan gelip yavrularını yerdi, fakat bu defa yavruları yerinde duruyordu. Gözü orada yatan oğlana ilişti, dedi:
“Hey! Demek, her zaman gelip yavrularımı çalan bu oğlandır, şimdi onu cezalandıracağım.” Yerinden uçtu, bir dağı kucaklamaya gitti, ki onu vursun. Anka kuşunun yavrusu dedi: “Hayır, o bizim dostumuzdur. Yılan bizi yemek istiyordu, o yılanı iki parçaya böldü. Yiyelim diye onun parçalarından birini bize attı, bir parçasını da sana sakladı.”
Anka kuşu gitti, yılanın öbür parçasını aldı yedi, sonra geldi, oğlanın rahat yatması için kanadını üstüne gerdi, gölge etti. Oğlan uykudan kalkınca, Anka kuşunun başının üstünde durduğunu gördü. Anka kuşu dedi ki:
“Ey oğlan, ne muradın varsa, söyle, yerine getireyim. Benim her yıl yavrum olurdu, ama onları görmezdim. Bu yıl sen geldin, yavrularıma kavuştum. Şimdi ne muradın, dileğin varsa, söyle sana vereyim.”
Oğlan dedi:
“Benim hiçbir dileğim yok, yalnız sen bana Akşehir’in yolunu söyle ki, ben oraya gideyim.” Anka kuşu dedi:
“Pekâlâ, madem Akşehir’e gitmek istiyorsun, gideceksin, elli tane koç tutacaksın. Onların tamamını öldürüp yüzeceksin, postlarına da su dolduracaksın. Hazır olunca, bana söyle, ben de seni Akşehir’e götüreyim.”
Oğlan dedi:
“Pekiyi.”
Gitti, ava çıktı ve bütün koçlan tuttu, kesti, postlarını yüzdü ve içlerine su doldurdu; eti ve suyu hazırladı. Anka kuşu oğlana dedi ki:
“Gel, bu etleri bir yana, sulan bir yana koy, kendin de ortada otur, ki seni Akşehir’e götüreyim.”
Anka kuşu yerinden havalandı ve gökyüzüne doğru uçtu, oğlana sordu:
“Ey oğlan, dünyayı nasıl görüyorsun?”
Oğlan dedi:
“Dünyayı beş kran büyüklüğünde görüyorum.”
Anka kuşu daha yükseğe uçtu. Su deyince, oğlan ona et verirdi, et deyince su verirdi; bütün erzak tükeninceye dek, işi ters yüz ederdi. Anka kuşu dedi:
“Dünyayı nasıl görüyorsun?”
Oğlan dedi:
“Dünyayı hiç görmüyorum.”
Anka kuşu dedi:
“Ey oğlan, bana su ver!”
Oğlan, döndü baktı; et bitmiş. Derhal bacağından bir parça kesti ve ona verdi. Anka kuşu onu ağzına alınca, baktı onun tadı tatlıdır. Onu dilinin altına sakladı, yemedi, ta ki onu Ak dünyaya ulaştırdı. Sonra dedi:
“Ey oğlan, burası Akşehir’dir, şimdi nereye istiyorsan git, özgürsün. Burası senin kendi memleketindir. Şimdi, benim senden bir dileğim var.”
Oğlan dedi:
“Dileğin nedir?”
Dedi:
“Ben seni Akşehir’e getirdim, şimdi sen benim için biraz yürü, ki göreyim, nasıl yürüyorsun.”
Oğlan dedi:
“Hayır, Anka kuşu, yorgunum, yürüyemem.”
Anka kuşu dedi:
“Hayır, olmaz! Sen benden bir dilek diledin, ben senin dileğini yerine getirdim. Şimdi ben senden dileğimi yerine getirmeni istiyorum.”
Oğlan yerinden kalktı, fakat ayağı kesik olduğu için yürüyemedi. Anka kuşu geldi, dedi:
“Ey oğlan, ben senden su istedim, etin tükenmişti, neden ayağını kestin verdin? Bunu yapmamalıydın.”
Anka kuşu, o eti dilinin altından çıkardı, ağzının suyuyla yerine yapıştırdı, ayağı öncekinden de daha iyi oldu. Dedi:
“Ey oğlan, artık gidebilirsin.”
Oğlan kalktı ve yürüdü. Anka kuşu sevindi, dedi:
“Pekâlâ, şimdi ne istiyorsun?”
Oğlan dedi:
“Hiçbir şey istemiyorum.”
Anka kuşu dedi:
“Haydi, gel sana biraz tüy vereyim, ne zaman ihtiyacın olursa, onlardan birini yak, ben derhal hazır olurum.”
Oğlan ondan bir tutam tüy aldı ve onunla vedalaştı. Anka kuşu uçtu gitti, oğlan da kendi memleketine geldi, gitti bir kasabın dükkanına, çırak oldu. Vezirin kızı da her gün gelirdi, bu kasaptan et alırdı. Bir gün, vezirin kızı yine et almaya geldi, gözü bu oğlana ilişti; onu görünce âşık oldu, dedi ki:
“Ben seni istiyorum, sana tutuldum.”
Oğlan dedi ki:
“Hayır, sen vezirin kızısın, nasıl olur da seni gelip alayım, seni alamam. Eğer baban duyarsa, bizi öldürür.”
Oğlan dedi:
“Babam artık benim yaşamadığımı sanıyor. Hayır, ben bu dükkândan çıkıp başka yerde çalışmalıyım.”
Oğlan kasaptan çıkar, bir kunduracının yanına girer, oraya çırak olur. Burada günde bir çift ayakkabı dikmesi gerekir. Babası da iki oğlunu evlendirmek ister ve onun özlemini çeker. Bu arada düğün için beş çift ayakkabı istenir, ancak hangi kunduracıya sipariş verseler, kabul etmez. Bu oğlana dediklerinde, der:
“Ben bu beş çift ayakkabıyı iki güne dek hazırlarım.”
Ustası dedi ki:
“Ey oğlan, sen beş çift ayakkabıyı iki günde nasıl dikersin?”
Oğlan dedi:
“Sen merak etme, ben onları dikerim.”
Usta dedi:
“Eğer dikemezsen, padişah bizim boynumuzu keser.”
Oğlan dedi:
“Hayır, sen korkma, rahat ol.”
Ustası, onları iki güne dek vermeyi boynuna aldı. Oğlan, beş çift ayakkabıyı bitirene dek gece gündüz çalıştı. Ayakkabıların altına da kızların adlarını yazdı. Küçük ayakkabı ise küçük kızınkiydi. Onun adını da ayakkabısının altına yazdı. Ayakkabıları geldiler, götürdüler. Kızlar giyince, baktılar ki, hayret, ayakkabıların her biri ayaklarına tıpatıp uyar. Küçük kız, ayakkabısının altına bakınca, adının da üstüne yazıldığını gördü. Şahın oğlunun yaşadığını işitti. Bunun üzerine, şahın yanına gitti, dedi ki:
“Ey padişah, sen daha ne duruyorsun? Oğlun yaşıyor.” Dedi: “Sen ne diyorsun?” Dedi: “Gel, gidelim, sana göstereyim.”
Kalktılar, bütün saray halkı kunduracının yanma gittiler.
Kunduracıya:
“Bu ayakkabıları diken oğlan nerede?”, diye sordular.
Usta, korkusundan oğlanın ayakkabıları kötü diktiğini ve şimdi onu öldüreceklerini düşündü, dedi ki:
“Oğlan dükkânın üstünde yatıyor.” Gittiler, onu uyandırdılar, baktılar ki, padişahın kendi oğludur. Onu şehre getirdiler.
Babası dedi:
“Ey oğlan, sen nasıl oldu da, bu hallere düştün?”
Oğlan dedi ki:
“Büyük kardeşim ve ortanca kardeşim, ikisi beni kuyunun dibine attılar, işte benim başıma gelenler.”
Oğlan, bütün hikâyesini başından sonuna dek anlattı. Bunun üzerine babası, çölde kimin eşeği varsa, hepsinin ormandan odun getirmelerini emretti. Gittiler, odun getirdiler. Sultan odunları bir yere döküp yığdı, harmanladı, sonra ateşe verdi. İki kardeşin de elinden tuttu, ateşin içine attı, onları yaktı. Sonra küçük kızı da küçük oğlu ile evlendirdi. Daha sonra taht ve tacını oğluna verdi, kendisi bir kenarda oturdu.
Sultan Tulu
Ürün Yayınları
2005