Notice: Function _load_textdomain_just_in_time was called incorrectly. Translation loading for the advanced-ads domain was triggered too early. This is usually an indicator for some code in the plugin or theme running too early. Translations should be loaded at the init action or later. Please see Debugging in WordPress for more information. (This message was added in version 6.7.0.) in /home/muzipmasal/public_html/wp-includes/functions.php on line 6114
Binbir Gece Masalları’ndan Bir Şahmaran Masalı – Muzip Masal Cini

Binbir Gece Masalları’ndan Bir Şahmaran Masalı

Beni ve bu siteyi takip eden birçok kişi Şahmaran ile ilgili çalışmalarımı ve onu bir araya getirmek için uğraştığımı bilirler.

Şahmaran çok kültürün çok masalın içinde yer alan büyük bir masal külliyatıdır aslında. Ne zaman nerede anlatıldığını bilemediğimiz çok eski bir masal olan Şahmaran’ın yazılı örneklerine birçok farklı metinde rastlıyoruz. Bunların  başında da Binbir Gece Masalları geliyor. İşte bugün de size uzun uupp uzun bir Şahmaran Masalı getirdim efendim. Şimdiden söylemek isterim on yıl civarında zamanımı harcadığım Şahmaran’ın burada okuyacağınız bir nevi özetinin özetidir diyebiliriz. Eğer topladığım Şahmaran Masallarını dinlemek isterseniz sizi her ay istanbulimpro‘da gerçekleştirdiğim Muzip Masal Cini İle Şahmaran Masalları akşamına beklerim efendim. Merak edenler için etkinlik linki

Lafı fazla uzatmadan Selami Münir Yurdatap’ın derlediği Binbir Gece Masalları’ndaki Şahmaran Hikayesi ile sizleri baş başa bırakıyorum. Bana sormak istediklerinizi yorumlara bırakabilirsiniz.

Keyifli okumalar efendim.


Hasip Keramüddin ile Şahmeran’ın Masalı

Vaktiyle Danyal adında bir hekim vardı. Zamanının en bilgin adamlarından biri olan bu hekimin biricik derdi bir evladının olmayışı idi. Nihayet günün birinde Tanrı ona bu nimeti verdi. Karısı ona hamile olduğunu müjdeledi.

Buna çok memnun olan Danyal Hekim, çoktan beri yapmaya hazırlandığı fakat can sıkıntısından geri bıraktığı bir deniz seyahatine çıktı. Memleketine dönerken bindiği gemi büyük bir fırtınaya tutuldu ve çok geçmeden parçalandı. Yolcular denize döküldü. Danyal Hekim, binbir müşkülatla karaya çıkabildi. Bütün eşyaları ve bilhassa çok önem verdiği kıymetli kitaplarını kaybetti. Bunlardan ancak beş yaprak kurtarabildi. Hasta ve bitkin bir halde ailesini yanına davet eden Danyal, hamile olan karısına:

– Öyle anlıyorum ki ben artık hayatımın son günlerini yaşıyorum. Doğacak çocuğumuz erkek olursa adını Hasip Keramüddin koy. Büyüyüp sana “Babam bize ne bıraktı?” diye sorarsa ona kitaplarımdan kalan beş kağıdı verirsin. Onları okusun kafi, zamanının en büyük alimlerinden biri olur, dedi.

Danyal, o günden sonra çok yaşamadı. Karısının gözyaşları arasında hayata veda etti.

Bir ay geçmemişti ki kadıncağızın bir erkek çocuğu dünyaya geldi. Artık o, kocasının ölümüyle duyduğu teessürü unutmuştu. Bir erkek evlada sahip olmanın verdiği sevinç ve mutluluk içinde yüzüyordu.

Kadın; Hasip Keramüddin adını verdiği oğlunun terbiyesi için ne lazımsa yaptı. Yedi yaşına basınca mahalle mektebine verdi. Fakat yıllar geçtiği halde bir şey öğrenemedi. Bu hususta babasına hiç benzemedi.

Oğlunun adam olmayacağını anlayan kadın, onu mektepten çıkararak bir sanata koydu, fakat orada da beceriksizliğini gösterdi. Annesinin ve ustasının öğütlerine ve tehditlerine kulak asmadı.

Bunu gören komşular, annesine şu tavsiyede bulundular:

– Senin oğlun ne okumak ne de sanat öğrenmek istiyor. Böyle boş gezmesi de doğru değil. Onun için sen ona bir balta ile bir merkep al. Bu işle uğraşan oduncu mahalle arkadaşlarıyla beraber ormandan odun kesip şehirde satsın. Hem sana yardımı olur hem de serseri gezmekten kurtulur.

Bunun üzerine kadın, oğluna komşuların dediklerini nakletti. Hasip Keramüddin bu teklife itiraz etmedi. O gün arkadaşlarından biriyle çarşıya gidip iki merkep ile bir balta aldı.

Ertesi sabah erkenden mahalledeki oduncu arkadaşlarıyla beraber ormana gidip bir hayli odun kesti. Merkeplere yükleyerek çarşıya götürdü. Onları satıp parasını annesine verdi. Böylelikle işe alışan genç çocuk, hayatını odunculukla kazanmaya başladı.

Gecenin sona erdiğini gören Şehrazat masalını burada bıraktı. Ertesi gece kocasının isteği üzerine yeniden anlatmaya başladı.

Günün birinde Hasip, birkaç arkadaşıyla adetleri üzere dağda odun keserken birdenbire bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Hemen o taraflarda bulunan bir mağaraya sığındılar.

Hasip, can sıkıntısından elindeki değneğiyle yeri kazmaya başladı. Çok geçmeden, kazılan yerde, yuvarlak bir mermer taş meydana çıktı. Hasip hemen arkadaşlarına bunu gösterdi. Onlar da:

– Bu taşı yerinden kaldıralım da altında ne bulunduğunu öğrenelim, deyip taşın etrafını kazdılar ve yerinden kaldırdılar. Altında ağzına kadar bal dolu bir kuyu buldular. Sevinçlerinden ne yapacaklarını şaşırdılar. Nihayet içlerinden biri:

– Tanrı bizi bir müddet odunculuktan kurtardı demek. Şimdi bu balı şehre götürüp satalım, parasını da aramızda paylaşalım, diye teklif etti.

Hepsi bunu muvafık gördü. Arkadaşlarından birisini şehre yollayarak birkaç tulum getirttiler ve balı onlara doldurarak pazara götürdüler. Balın iyi bir fiyatla satıldığını görünce ertesi gün gene tulumlara doldurup sattılar. Böylelikle az bir müddet içinde kuyudaki balı tükettiler.

Yalnız kuyunun dibinde bir iki tulumu dolduracak kadar bal kalmıştı. Onu almak için Hasip’in beline ip bağlayarak kuyuya indirdiler. Hasip, kalan balı tulumlara doldurdu. İple, yukarıda duran arkadaşlarına yolladı. Sonra kendisini çekmelerini söyledi.

O anda kötü düşüncelerin tesiri altında kalan arkadaşları:

– Hasip’i yukarıya çekersek, balı ilkin ben buldum, sattığınızın yarısını bana vereceksiniz diyerek bir hak iddia etmeye kalkışır, başımıza bir iş açar. Onun için onu kuyuda bırakalım, diye karar verdiler.

Derhal o yuvarlak mermer taşla kuyunun ağzını kapadılar. Görünmesin diye de üstünü toprakla örttüler. Zavallı çocuğu bırakarak gittiler.

Hasip’in arkadaşları şehre inince merkebin birisini sattılar. Ötekini de odun yükleyerek annesine götürdüler. Hasip’in annesi, arkadaşlarıyla beraber oğlunun merkebini görünce içinden fena düşünceler geçti. Heyecan ve korkusunu yenmeye çalışarak çocuklara sordu:

– Oğlum nerede kaldı? Arkadaşlarından birisi yapmacık bir kederle:

– Teyze, dedi, odun almaya gelirken oğlunun merkeplerinden biri Kurtlar Deresi’ne indi. Hasip onu oradan almak isterken ansızın aç bir kurt çıkarak zavallıyı ve hayvanını gözlerimizin önünde parçaladı. Biz de kalan merkebe odun yükleyerek geldik.

Kadın, bu haberi işitince hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bir ara içinden şu düşünce geçti:

– Rahmetli kocam… Oğlum Hasip için çok yıllar yaşayacağını söylemişti. Halbuki genç yaşında öldü. Buna nasıl inanayım?

Hasip’in sayesinde birkaç gün içinde her biri zengin olan oduncu gençler, ara sıra onun annesine yardım etmeyi unutmadılar.

Gelelim şimdi Hasip’in başından geçenlere…

Yine sabah oluyordu. Hükümdar masala ertesi akşam devam edilmesini istedi. Şehrazat da yarıda bıraktığı masalına ertesi akşam, şöyle devam etti:

Hasip, arkadaşları tarafından kuyuda bırakıldığını anlamakta güçlük çekmedi. Kaderine boyun eğmekten başka yapılacak bir şey yoktu. Bu karanlık ve rutubetli yerden kurtulmak için çareler düşünmeye, Ulu Tanrı’ya yalvarmaya başladı. Bu arada kuyunun yanında ufak bir çıtırtı duydu ve ardından bir toprak parçasının düştüğünü gördü. Sesin geldiği tarafa dikkat etti. Küçücük bir deliğin açıldığını ve oradan bir akrebin çıkıp kendisine doğru yaklaştığını gördü.

Hemen bu zehirli ve muzır hayvanı öldürdü. Sonra bu akrebin çıktığı deliği merak ederek göz en geçirdi, içini daha iyi keşfetmek için bıçağıyla onu büyütmeye çalıştı. Oradan ışık sızdığını görünce sevindi.

Daha büyük bir gayret sarf ederek, o küçük deliği, bir adam sığacak kadar büyüttü. Sonra oradan başını sokup içeriye daldı. Orası düz bir yerdi. Bir iki adım ilerledi. Karşısında, anahtarı üzerinde bir demir kapı gördü. Kapıyı açtı. Başını uzatıp içeriye baktı. Gördüğü manzara fevkalade güzeldi. Burası cennet gibi bir yerdi. Çeşit çeşit ağaçlar, bin bir renkli ve kokulu çiçekler ve bunların ortasında büyük bir havuz göze çarpıyordu.

Havuzun ortasında ufak bir tepe vardı. Burada zümrütten yapılmış ve kıymetli taşlarla bezenmiş bir tabut kurulmuştu. Havuzun etrafında da birçok altın sandalye dizilmişti.

Hasip birkaç dakika bu göz alıcı manzaraya hayretle baktıktan sonra büyük bir cesaretle demir kapıdan bahçeye girdi. Pervasızca havuzun ortasında kurulu olan tahta oturdu ve kendi kendine:

-Allah’ım, dedi, ne olur bu yer benim olsa idi, diye düşündü.

Bir müddet bu gibi hülyalara daldıktan sonra uyuyup kaldı. Gözlerini açtığı zaman korkunç bir manzara ile karşılaştı.

Havuzun etrafındaki iskemlelerin üzerinde çeşit çeşit yılanlar oturmuş, vahşet veren ve sinirleri bozan ıslıklar çalıyorlardı.

Hasip bunu görünce korkarak yerinden sıçradı. Gözleri yarı açık bir halde bu tüyler ürpertici sahneyi bir daha seyretti. Bu sırada gök gürültüsünü andıran bir ses işitti.

Bu sesi duyan ve iskemlelerin üzerinde oturan yılanlar ayağa kalkarak birisini karşılamaya hazırlandılar.

Çok geçmeden kocaman bir ejderha, Hasip’in bulunduğu tahta yaklaştı. Bu ejderhanın başı üstünde, mücevherlerle süslü bir tepsi vardı. Tepside insan başına benzeyen küçük beyaz vücutlu bir yılan taşıyordu.

Ejderha tahta varınca başındaki tepsiyi orada bıraktı. İçindeki yılan o sırada dile geldi, Hasip’e hitap etti:

-Ey aziz misafir, sefa geldin, sakın kalbine korku gelmesin. Bu taht Tanrı’nın verdiği sonsuz nimetlerden birisidir. Bu gördüğün yılanların hükümdarı benim, hepsi de bana tabidir. Benim asıl adım Yemliha’dır. Fakat herkes bana Şahmeran der. Benden ve maiyetimdeki mahluklardan sana fenalık gelmez, dedi.

Sonra halis altından yapılmış tabaklar içinde envai çeşit meyve getirdiler, Şahmeran meyve tabaklarını misafiri bulunan Hasip’in önüne sürerek:

-Buyurunuz beraber yiyelim, dedi.

Karnı çok acıkmış olan Hasip, bu meyvelerden fazlasıyla yedi. Biraz sonra Şahmeran ona sordu:

-Ey ademoğlu! Söyle bakalım, bu yerimize nasıl ve ne niyetle geldin?

Hasip, derhal büyük bir hüsnüniyetle başından geçenleri bir bir anlattı. Bunun üzerine Şahmeran telaşa düştü:

-Demek insanlar bizi gene rahatsız edecekler, yerimizi de buldular ha… Bu fena haber! Hasip, o kuyu benim ambarımdı.

Hasip onu teselli etti:

-Sizin burada bulunduğunuz kimsenin hatır ve hayaline gelme. Bu kuyuyu bilenler beni oraya attıkları için suçları meydana çıkar diye buraya kolay kolay sokulamazlar. Boş yere meraklanmayınız.

Şahmeran, başını sallayarak:

-Hasip kardeşim, dedi, insanoğlu çok tuhaf mahluktur. Hile ve oyunu çoktur. Emin ol, ilk defa beni gördüğün zaman nasıl ürktünse, ben de seni görünce telaşa düştüm. Çünkü benim vaktiyle ademoğlundan bir kuyruk acım vardı. Beni yakalayıp hapsetmişlerdi. Az kalsın beni öldürüyorlardı. Yalnız ecelim daha gelmemiş olmalı ki, zar zor canımı kurtardım. Fakat yine senin dediğine inanıp tehlikenin bulunmadığına kani olacağım.

Hasip bunun üzerine Şahmeran’a:

-Bana itimat ettiğinize çok memnun oldum. Yalnız sizden bir dileğim var. Ben size başımdan geçenleri anlattığım halde siz bana maceranızı nakletmediniz. Ne olur anlatsanıza, dedi.

Şahmeran gülümseyerek Hasip’in arzusunu yerine getirmek maksadıyla macerasını anlatmaya başladı:

 

Şahmeran’ın Macerası

-Ey Hasip! Vaktiyle Mısır’da Beni İsrail kavminden Yuşa adında çok bilgili bir hükümdar vardı. Günün birinde Tevrat’ı okurken, ahir zaman Tanrı elçisinin güzel huylarını ve yüksek terbiye ve faziletleri hakkında yazılar gördü. Bunları Beni İsrail duyacak olursa, onun ümmetinden olmak için savaşacak. Halbuki onun gelmesine daha bunca yıl vardır, diyerek o yazıyı Tevrat’tan çıkarıp gümüş bir çekmece içine koydu. Özerini mühürleyip küçük bir odaya sakladı. Etrafına kalınca bir duvar çekti. Birkaç yıl sonra da bu hükümdar ölüverdi. Yerine Belkiya adındaki küçük oğlu tahta geçti. Günün birinde bu genç hükümdar, hazine odasını gezerken, etrafı kalın duvarlarla örülmüş küçük oda gözüne ilişti. Hemen açtırarak içerisini yokladı. Çekmeceyi bulunca içini boşalttı. Ahir zaman peygamberi Muhammed hakkındaki yazıyı okudu. O günden itibaren gönlünde bu peygambere karşı sönmez bir sevgi ve bağlılık duymaya başladı. Ona kavuşmak için taç ve tahtından vazgeçerek yerine küçük kardeşi Kahir’i bıraktı ve tek başına seyahate çıktı.

Uzun bir yolculuktan sonra deniz kenarına geldi. Burada birçok gemi sefere hazırlanıyordu. Gemi reislerinden birisine, nereye gideceklerini sordu. Şam şehrine tabi deniz kıyılarındaki kasabalara gideceklerini öğrenince hemen bunlardan bir gemiye bindi.

Gemi o gün yelkenlerini şişirerek yola çıktı. Birkaç gün sonra ıssız bir adaya yanaştı. Yolcuların beraberlerinde getirdikleri yemekler bittiğinden ada meyvelerinden toplamak üzere oraya indiler. Belkiya da onların arasına katıldı. Bir aralık çok yorgun düşen Belkiya bir ağacın altında uyudu. Bir müddet sonra gözlerini açınca etrafta yolcuları göremedi. Gemi de çoktan gitmişti. Belkiya bu ıssız adada yalnız kaldığını anlayınca canı sıkıldı; kendi kendine söylenmeye başladı:

-Allah’ım, ben şimdi bu kimsesiz adada ne yapacağım!

Nihayet bir kurtuluş yolu bulmak için, adayı baştan başa dolaşmaya başladı. Birçok yılana tesadüf etti. Deniz kenarına gelince, sahilde, kayalar arasında bir kayık gözüne ilişti.

Bu kayık, vaktiyle o civarlarda batmış büyük bir gemiye aitti. Dalgalar sürükleye sürükleye oraya getirmişti.

Belkiya, Allah’a sığınarak sandala bindi ve denize açıldı. Rüzgarın ve su cereyanlarının tesiriyle kayık, birkaç gün denizde avare dolaştıktan sonra bizim bulunduğumuz adaya yanaştı. Kayığı emin bir yere bırakarak sahile çıktı. Bir iki adım atmamıştı ki birçok yılan ve ejderhayla karşılaştı. Ben de o sırada fil büyüklüğünde bir ejderhanın sırtında idim. Bizi görünce korktu, geri dönmek istedi. Hemen arkasından seslendim:

-Ey insanoğlu, ben Şahmeran’ım; bunlar da benim maiyetimdir. Niye korkuyorsun? Sana bir zararları dokunmaz ki…

Bu sözlerimle cesaret bulmuştu. Yanımıza daha fazla sokuldu. Bu arada sordum:

-İnsanların giremediği bu ülkeye nasıl gelebildin? Sen kimsin?

Belkiya; başından geçenleri bir bir anlattı. Ahir zaman peygamberine âşık olduğunu anlayınca ona fenalık etmek istemedim, yalnız ona dedim ki:

-Ben seni kolay kolay buradan salıvermezdim fakat aradığın peygambere hürmeten seni serbest bırakıyorum. Hemen git sandalına bin. Güney istikametini takip edersen, Şam sahillerine varırsın. Yalnız senden iki şey istiyorum. Şayet ahir zaman Tanrı Elçisi’ne kavuşursan, benden selam söyle ve elini öp. İkincisi, kimseye bizim burada bulunduğumuzdan bahsetme.

Belkiya bu iki şartı yerine getireceğini söz vererek sandalına bindi. Hayli yorucu ve tehlikeli bir yolculuktan sonra Şam sahiline vardı. Oradan Kudüsü Şerife geçti. öteden beri birçok peygamberin yetiştiği bu ülkede gezerken büyük bir bilgin olan Affan adındaki zatla tanıştı. Birçok gizli ilme merakı olan bu zat, Hazreti Süleyman’ın mührünü elde etmek hevesine düşmüştü.

Hazreti Süleyman’ın mührü sayesinde bütün hayvanlara, kuşlara, perilere hakim olunurdu. Bu bilginin okuduğu eski kitaplara göre; güya Hazreti Süleyman öldükten sonra yedi deniz arkasında bulunan bir adaya götürülmüş ve sanki yaşıyormuş gibi altın bir taht üzerinde oturtulmuş, yüzük de parmağında öylece duruyormuş. İşte bu yüzüğü kim elde ederse bütün dünyaya hakim olurmuş. Yine Affan’in okuduğu kitaplarda o yedi denizi geçmek için tek bir çare varmış, o da ayaklarının altına sürüldüğü takdirde suyun üzerinde batmadan yürümesini temin eden özellikte bir bitkiyi bulmakmış. Bunu da elde etmek için Şahmeran’ı yani beni yakalayıp, beraber bağları, bahçeleri, kırları, bayırları gezmek ve bu otu bulmak mecburiyeti varmış. Çünkü Şahmeran’ın geçtiği yollar üzerindeki otlar onu görünce dile gelip ne işe yaradıklarını söylerlermiş.

Şimdi Affan, Şahmeran’ı gören ve tanıyan bir kimseyi aramakla meşgulmüş! Affan, Belkiya’nın seyahatinde birçok garip şey gördüğünü işitince ona:

– Benim de senin gibi bir gayem vardır. Ömrümün yansını, bu gayeye ulaşmak yollarını araştırmakla geçirdim. Ben Hazreti Süleyman’ı bulmak ve onun parmağındaki tılsımlı yüzüğü elde etmek istiyorum. O, yedi deniz aşın bir adacıktadır. Denizi kolay geçmek için bir ot var. Onun suyunu bir insan ayağına sürerse karada yürür gibi denizde de yürüyebilecektir. Bu otu bulabilmek için senin tesadüf ettiğin o Şahmeran’ı yakalamak icap ediyor. Onu elde etmeye yardım edersen, sen de peşinde koştuğun gayeye ulaşırsın. Çünkü Süleyman’ın mührünü elde edersek onun vasıtasıyla her şeyi yapabiliriz. Mesela, abı hayat suyunu bulur ondan içeriz. O zaman ölümden kurtuluruz, ahir zaman peygamberine yetişiriz, dedi.

Belkiya; Şahmeran’a verdiği sözü unutarak Affan’a bu hususta yardım edeceğini söyledi.

O günden sonra her ikisi de yol hazırlığı yapmaya başladı. Affan demirden bir kafes yaptırdı. Yanına da bir şişe süt ile bir şişe şarap aldı. Belkiya da bir sandal tedarikiyle meşgul oldu.

Nihayet işlerini bitirince denize açıldılar. Kısa süren bir yolculuğu müteakip bulunduğum adaya vardılar.

Bana görünmeden adaya yerleştiler. Affan, benim her vakit geçtiğim bir yere demir kafesi açıp bıraktı, içine ayrı ayrı kaplarda sütle şarap koydu. Kendileri de bir yere gizlendiler. Kurdukları tuzağa kendi ayağımla geldim, kafesin içine girdim. Evvela sütü, sonra şarabı içtim. Bunların tesiriyle sarhoş oldum. Olduğum yerde kaldım. Bunu gören Affan hemen gelip kafesi kapadı ve beni sahilde kendilerini bekleyen gemiye götürdü.

Bir müddet sonra ayıldığım zaman kendimi kafes içinde görünce:

– Ey beni yakalayıp meçhul bir semte götürmek isteyenler! Siz kimsiniz? Benden ne istiyorsunuz? diye sormaya başladım.

Afan’ın sert sesi cevap verdi:

– Ey Şahmeran! Sen hiç korkma, bizden sana bir fenalık gelmez. Aradığımız bir şey vardır. Onu bulunca, seni serbest bırakacağız.

Bunun üzerine ben de:

– Söyleyin aradığınız şey nedir? Belki ben şimdiden onun hakkında malumat verebilirim, dedim.

Afan:

– Suyunu her kim ayağına sürse denizde yürüyebilen bir otu arıyoruz. Eğer bulursak yedi denizi geçip Hazreti Süleyman’ın adasına gideceğiz. Mührünü elde etmek ve bu sayede dünyaya hakim olmak istiyoruz, karşılığını verdi.

Onların bu büyük gayelerini öğrenince derhal kendime geldim ve Affan’ın yanında bulunan Belkiya’ya seslendim:

– Bana verdiğin söz bu mudur? Tevekkeli, insanlara iyilik yaramaz, dememişler.

Artık yapılacak bir şey yoktu. Kaderime boyun eğdim ve onlarla beraber yola çıktım. Geçtiğimiz yollarda, otlar ve ağaçlar hangi derde derman olduklarını söylüyorlardı. Nihayet kırk gün kadar dolaştıktan sonra aradıkları otu buldular ve çok sevindiler.

Bir aralık Afan bana döndü:

– Ey Şahmeran, senin sayende işim oldu! Seni serbest bırakacağım. Bunun üzerine ona rica ettim:

– Mademki beni serbest bırakacaksınız, bari eski yerime götürüp orada bırakınız.

Bu dileğimi haklı buldular ve beni götürüp yerime bıraktılar. Serbest kalınca:

– Siz bir şey unuttunuz. Aradığınız otların arasında insana ebedi hayatı bağışlayan bir ot vardır. Onu alsaydınız, işiniz tamamlanırdı. Hem de size nasihatim olsun, Süleyman’ın mührünü almaya kalkışmayınız. Çünkü tılsımlıdır, yanarsınız, dedim.

Onları pişmanlık ve hayret içinde bırakıp beni sabırsızlıkla bekleyen ejderhalarımın yanına gittim. Onlara başımdan geçenleri anlatınca:

– Eğer bunu haber alsaydık, Afan ile Belkiya’yı parça parça ederdik, dediler.

Ademoğullarının şerrinden kurtulmak için başka bir yere taşınmak hususunda konuşmaya başladık. Nihayet bu gördüğün yere geldik.

Bununla beraber, gene ademoğlunun hile ve desiselerinden yakayı kurtarmış değiliz. O hayvanların en kuvvetlisini, kuşların en yırtıcısını, balıkların en ele geçmeyenini yakalayıp emrine ram etmiştir. Onun için biz ne kadar kuvvetliysek de gene ondan korkarız.

-Ey Şahmeran, sen, insanoğlundan şikayetle onların şerrinden kurtulmak kabildir diyorsun. O halde sana benden fenalık gelmesin diye beni yeryüzüne çıkar da anneme kavuşayım.

Şahmeran, gülümsedi:

-O senin için değil, kendisi yüzünden kırk gün demir kafeste mahpus olduğum Belkiya içindir.

-Evet, şayet o, Kudüs’e gidip Afan’a seni haber vermeseydi, başınıza o felaket gelmezdi.

-Ey Hasip oğlum, en nihayet kendi ağzınla bana âdem neslinin sır saklamaz, vefaya ehemmiyet vermez olduğunu itiraf ettin. Eğer ben seni yeryüzüne çıkarırsam sen de gevezelik edip benim yerimi arkadaşlarına söylersin. Onlar da gelip beni öldürürler ve servetimizi alırlar yahut benim buradan kaçmama ve rahatımın bozulmasına sebep olurlar. Halbuki ben de senin gibi yaşamak isterim. Onun için sen bu hususta bir şey söyleme. Buradan çıkmaktan ümidini kes. Herhalde burası gideceğin yerden daha rahat ve güzeldir. Bu kışı burada güzelce geçiririz. Yaz olunca da Kafdağı’na göç ederiz. Orada bambaşka bir hayat, başka bir alem vardır.

Hasip bu sözleri işitince, Şahmeran’ın onu yeryüzüne salıvermeyeceğini anladı. “Başa gelen çekilir.” diyerek sabretmekten başka çare bulamadı.

Yazın Kafdağı’nda, kışın eski yerlerinde vakit geçiren Hasip, Şahmeran’la altı yıl arkadaşlık etti. Bu müddet içinde Hasip yeryüzüne çıkmak için hiçbir teşebbüste bulunmadı.

Bununla beraber annesini, akrabasını, arkadaşlarını ve bilhassa doğup büyüdüğü ülkesini o kadar göreceği geldi ki, hatırına geldikçe deli oluyordu. Rengi sararıyor, iç sıkıntısından günden güne zayıflıyordu.

Şahmeran bunun farkına varmış ve delikanlıya merhamet duymuştu. Günün birinde onu yanına çağırarak:

-Hasip, dedi, sen hakikaten artık burada sıkılmaya başladın. Memleketine dönmek istiyorsun. Ne yapayım, bu hususta sana yardım edemeyeceğim. Yalnız sana Belkiya ile Afan’ın benden ayrıldıktan sonra başlarından geçenleri anlatayım, belki hoşuna gider, bir müddet dertlerini unutursun.

Hasip:

-Zaten bunu merak ediyordum, deyince Şahmeran anlatmaya başladı:

Belkiya ile Afan’ın Başından Geçenler

-Bir müddet Belkiya’yı görememiştim, fakat birkaç yıl sonra Mısır’a döndüklerini haber aldım. Maiyetimde bulunan perilerden birisini oraya yollayarak bu hususta haber almasını emrettim. Peri, Mısır’a gitti. Belkiya’nın kardeşi Mısır hükümdarının sarayına girmeye muvaffak oldu. Orada vezirlerin elinde Belkiya’nın başından geçenleri yazan bir kitabe gördü. Vezirler bunu büyük bir merakla okuyorlardı. Geç vakit, bu kitabeyi okuyan vezir, saraydan çıkıp ata bineceği sırada o peri, at kılığına girerek veziri buraya getirdi. Ben de onun elinden Belkiya’nın macerasını aldım ve veziri yerine gönderdim.

Zavallı Belkiya; şimdi manastıra çekilmiş, tahtını kardeşine bırakmıştır.

Hasip gittikçe meraklanıyordu:

-Aman şahım, bu hikayenin üst tarafını anlatınız, can kulağıyla dinliyorum.

Bunun üzerine Şahmeran, Belkiya ve Afan’ın maceralarını anlatmaya devam etti:

-Belkiya ile arkadaşı Afan, benden ayrıldıktan sonra yollarına devam etmişler. Günlerce dağ tepe, deniz göl aştıktan sonra bir yere varmışlar. Bu yerin toprağı mis kokulu, ağaçlan ve yeşillikleri çok güzel manzaralı imiş… Hele meyvesine doyum olmazmış. Yerin taşları ise hep yakut, pırlanta ve zümrütten ibaretmiş. İşte aradıkları yer burası imiş.

Hazreti Süleyman burada, mağarada yatıyormuş, o mağarayı bulmakta çok zorluk çekmemişler. Daha ilk adımlarını atar atmaz, gözleri kamaştıracak kuvvette bir aydınlıkla karşılaşmışlar, içeriye girmişler. Mağaranın kapıya karşı olan tarafında altından ve çeşit çeşit kıymetli taşlarla süslenmiş büyük bir taht kurulu imiş.

Tahtın üzerinde genç, yakışıklı ve gayet heybetli bir zat yatıyormuş, göğsünün üstüne koymuş olduğu sol elinin serçe parmağında kızıl yakuttan bir yüzük varmış ki, onun ışığı bütün mağarayı aydınlatıyormuş.

Belkiya, bunu görünce hayrette kalmış. Afan ise sevinç ve heyecanından ne yapacağını şaşırmış. Belkiya’yı kolundan çekerek:

-Haydi ne duruyorsun, gidip yüzüğü alalım, demiş.

Lakin Belkiya, Şahmeran’ın yani benim öğütlerimi hatırlayarak:

-Sen git al, ben sana burada gözcülük edeyim, karşılığını vermiş. Affan; Belkiya’ya, birtakım dualar öğreterek:

-Ben işimi görünceye kadar, sen bunları oku, diye tembih etmiş. Sonra İsmi Azam’ı okuyarak, tahta doğru ilerlemiş… Tam elini yüzüğe atacağı sırada, tahtın altında yatmakta olan büyük ve korkunç bir ejderha çıkıp ona doğru yürümüş ve:

-Ey melun hırsız, buradan defolup git, yoksa helak olduğun gündür, demiş.

Affan büyük bir cesaretle, bu söze ehemmiyet vermeyerek, gene birtakım dualar okumaya devam etmiş. Bu sefer ejderha, yüzüne karşı ateş püskürtmeye başlamış.

Fakat mütemadiyen dualar okuyan Afan’a bir şey olmamış. Tam elini uzatıp yüzüğü Hazreti Süleyman’ın parmağından çıkarmaya çalışırken gök gürültüsüne benzeyen müthiş bir ses duymuş:

-Sakın yüzüğü alma!

Afan bu sesten fevkalade ürkerek okuduğu duayı şaşırmış. Ejderhanın ağzından çıkan ateşle yanıp kül olmuş.

Belkiya bu hali görünce korku ve heyecandan düşüp bayılmış. Bir müddet sonra ayılınca, arkadaşı Affan’ın uğradığı akıbeti ve bir de tahtın yanında dev gibi bir adamın durduğunu görmüş. Tam kaçacağı sırada, adam:

-Sen kimsin, burada ne dolaşıyorsun? diye sormuş. Belkiya şu karşılığı vermiş:

-Ben Mısır hükümdarının oğluyum, Tevrat’ta ahir zaman peygamberinin methini işittim. Ona âşık oldum. Onu arayıp gezerken şu gördüğünüz adamla tanıştım. Beni kandırıp buraya getirdi. Benim başka bir maksadım yok.

Bunun üzerine dev vücutlu adam, Belkiya’ya dönmüş:

-İşte oğlum, demiş, sana hüsnüniyetinden dolayı bir şey olmamış.

Aradığın adamın gelmesine daha çok zaman ister.

Belkiya bunu işitince adama teşekkür etmek istemiş fakat adam birdenbire ortadan kaybolmuş.

Belkiya oradan çıkıp dağ tepe aşarak memleketinin yolunu tutmuş. Yolda birçok garip manzaraya ve tuhaf yaradılışlı şeye rast gelmiş. Nihayet uçsuz bucaksız bir sahraya varmış. Burada garip kılıklı iki büyük ordunun birbiriyle cenkleşmekte olduğunu görmüş. Bir müddet, uzaktan, bu kanlı savaşı izlemiş.

Akşamüstü ordulardan biri yenilmiş, bozguna uğrayıp kaçmaya başlamış. Galip ordu, diğer orduyu takip edip onu epeyce yıprattıktan sonra istirahate çekilmiş. Bu sırada askerlerden biri Belkiya’yı görmüş, hemen koluna yapışarak:

-Sen kimsin? demiş. Buralarda ne geziyorsun?

Belkiya bu korkunç bakışlı, garip kıyafetli askerden ürkmüş, başından geçenleri anlatmış ve kendisine sormuş:

-Siz hangi milletin askerisiniz? Sabahtan beri kiminle muharebe ediyordunuz?

Asker cevap vermiş:

-Biz devler ordusundanız, düşmanlarımızla savaşıyorduk.

Bunun üzerine Belkiya’nın heyecanı biraz yatışmış. Çünkü devlerin ona kötülük edemeyeceklerini anlamış. Onu serbest bırakmalarını rica etmiş. Asker:

-Bizim bu hususta salahiyetimiz yoktur. Seni hükümdarımızın huzuruna götürelim, o seni serbest bıraksın, deyince Belkiya:

-O halde çabuk beni onun huzuruna götürün, demiş.

Biraz sonra devlerin askerlerinden bir müfreze gelerek Belkiya’yı alıp yüksekçe bir dağa götürmüş. Orada altından ve mücevherattan yapılma bir taht üzerinde yakışıklı bir adam oturuyormuş.

Belkiya’yı getiren askerlerden birisi hemen onun yanına giderek hürmetle eğilmiş:

-Hükümdarımız, demiş, size bu yabancı seyyahı getirdik. Kendisi insanoğullarından olup, ahir zaman peygamberine erişmek için dünyayı dolaşıyormuş.

Bunun üzerine devlerin hükümdarı, Belkiya’ya iltifat ederek yanına oturtmuş ve hatırını sormuş. Sonra ne maksatla seyahate çıktığını sormuş.

Belkiya; başından geçenleri anlatınca, devlerin hükümdarı, ahir zaman Tanrı Elçisi’ne hürmeti olduğunu söyleyerek bunun için ona ikram ettiklerini söylemiş. Biraz sonra önlerine mükellef bir yemek sofrası kurulmuş. Beraber yemişler, içmişler. Bir ara Belkiya:

-Hükümdarım, ben yurduma bir an evvel kavuşmak isterim. Bana kolaylık gösteriniz, diye rica etmeye başlamış.

Hükümdar da:

-Hele siz bizde bir hafta kadar misafir kalınız, sonra ben sizi bir ata bindirip altı aylık yolu bir saatte aldırtırım, diye Belkiya’yı avutarak bir hafta yanında misafir alıkoymuş.

Belkiya orada bir hafta kalmış. Sekizinci gün hükümdar, adamlarına emir vererek kendi atını getirtmiş. Bu hayvan diğer atlara benzemiyormuş. Başı adeta bir insan başı gibi imiş. Aynca bir kartal gibi de kanatları varmış.

Hükümdarın arzusu üzerine Belkiya ata binmiş. Ama gitmeye hazırlanırken devlerin hükümdarı:

-Ey Belkiya! demiş. Bu at seni, vezirlerimden Ömer’in yanına götürecek. Oradan da yeryüzüne çıkaracaktır.

Belkiya, devlerin hükümdarına teşekkür ederek oradan ayrılmış. Çok geçmeden kanadını geren at havalanmış. Altı aylık yolu bir saatte kat ederek Vezir Ömer’in ülkesine varmış.

Vezir, ademoğullarından birisinin hükümdarının atıyla geldiğini görünce hayrette kalmış. Derhal yanına koşmuş. Belkiya, gelen veziri güler yüzle karşılayarak ona her şeyi anlatmış ve hükümdarın selamını bildirmiş.

Vezir Ömer, Belkiya’yı bir iki gün yanında misafir olarak alıkoymuş, ona fevkalade hürmet ve ikram göstermiş. Sonra onu başka bir ata bindirerek insanların bulunduğu bir ülkeye göndermiş.

Şahmeran, Belkiya’nın macerasının burasına gelince Hasip dedi ki:

-Ey yılanların şahı! Ne olur, siz de vezir Ömer’in Belkiya’ya yaptığı gibi beni insanların arasına gönderiniz. Ben size kati olarak yemin ederim ki yerinizi ve hatta adınızı bile hiç ağzıma almayacağım.

Genç çocuk hem yalvarıyor hem de hüngür hüngür ağlıyordu. Öyle ki Şahmeran’ın etrafındaki ejderhalar bile ona acıdı. Hepsi birden Şahmeran’a yalvarmaya başladı:

-Bu genci salıverin. Zavallının uzun zamandan beri burada canı sıkıldı. Kim bilir annesi onu ne kadar merak ediyordur! Onun ağlayışı yüreğimizi dağladı. Size yemin etsin ki insanlar arasına karıştığı zaman bir şey söylemesin. Sonra onu serbest bırakın gitsin… Kader ne ise o olur.

Ejderhaların bu sözlerini dinleyen Şahmeran başını salladı, sonra Hasip’e bakarak:

– Ah siz bilmezsiniz! dedi. İnsanoğluna güvenmek doğru değildir. Benim ölümüme onun hamama girmesi sebep olacaktır.

Hasip’in rengi sarardı. Olduğu yerde donmuş gibi kaldı. Ejderhalar bu sözleri hayretle dinliyorlardı. Merakla sordular:

-Bu nasıl olur şahımız? Aman bunu bize anlatın, hakikaten biz hiçbir şey bilmiyoruz.

Şahmeran cevap verdi:

-Bu çocuk hamama girer girmez bir şeyler olacak, o da ister istemez sırımızı faş edecek ve yerimizi haber verecek. İşte o zaman insanoğlu gelip bizi öldürecek. Bu sebepten onu buradan salıvermek istemiyorum.

Hasip bunu işitince bütün mukaddes kitapların üzerine yemin ederek yaşadığı müddetçe hamama gitmeyeceğine söz verdiyse de Şah- meran:

-Hasip, bu işe yemin etme. Tecrübeler bize öğretti ki insanlara itimat edilmez.

Hasip ağlamaya başladı. Onun bu haline acımaktan kendilerini alamayan ejderhalar onun kurtuluşu için Şahmeran’a tekrar yalvardılar.

Şahmeran, onların bu ricalarını kırmak istemedi fakat kendisinde Hasip’i salıvermek cesaretini bulamadı. Böylelikle birkaç gün daha geçti. Bu müddet içinde Hasip’in gözleri, ağlamaktan kan çanağına döndü. Rengi sarardı, kuvvetten düştü.

Bunu gören Şahmeran, onu avutmak maksadıyla:

-Oğlum Hasip, dedi, sana Belkiya’nın hikayesinin sonunu anlatayım da biraz sıkıntın geçsin.

Hasip, çok hisse kaptığı bu hikâyenin üst tarafını dinlemek istediğinden:

-Anlatırsanız memnun olurum, kulaklarım sizdedir, dedi.

Bunun üzerine yılanların şahı, Belkiya’nın hikayesini anlatmaya başladı:

-Belkiya, Ömer’in yanından ayrıldıktan sonra büyük bir dağa varmış. Burada çok durmayarak tedarik ettiği bir salla denize açılmış, yakın olan adalardan birisine yanaşmış. Orada gezinirken iki mezar arasında gözleri iki çeşme ağlayan bir gence tesadüf etmiş. Yanına yaklaşıp selam vermiş ve bu mezarların kime ait olduğunu, niçin ağladığını sormuş.

Genç, derin bir göğüs geçirerek karşılık vermiş:

-Evvela sen maceranı anlat. Çünkü benim serencamım bir hayli uzun ve yürekler acısıdır.

Bunun üzerine Belkiya; o gence macerasını başından sonuna kadar anlatmış. Genç, bunu dinleyince:

-Benim de başıma çok şeyler geldi, demiş ve biraz dinlendikten sonra anlatmaya başlamış.

 

Cihanşah’ın Maceraları

Ben büyük bir hükümdar olan Taygamus Şah’ın oğluyum. Adım Cihanşah’tır.

Kabil ve civarındaki şehirler hükmümüzün altında idi. Babamın vaktiyle hiç evladı olmuyor ve bu yüzden üzülüyormuş. Bir gün derdini vezirine açıp buna bir çare bulmasını söylemiş. Çok bilgin olan vezir hemen remile bakmış ve babama şu müjdeyi vermiş:

-Horasan hükümdarının kızıyla evlenip bundan bir erkek evladınız dünyaya gelecektir.

Bunun üzerine babam o Aynizar adındaki vezirini birçok kıymetli hediyeyle ve bir mektupla Horasan Hükümdarı Behruz Şah’a yollamış ve Allah’ın emriyle kızıını istemiş.

Horasan hükümdarı, babamın vezirini iyi bir merasimle karşılamış ve sarayında misafir etmiş. Ertesi gün vezir, babamdan getirdiği mektubu Behruz Şah’a vermiş. Şah, mektubu okuduktan sonra:

-Kızımı Taygamus Şah’la evlendirmek benim için büyük bir şereftir, demiş.

O saat, kızının düğünü için ne lazımsa hazırlanmasına emir vermiş.

Bir müddet sonra Horasan hükümdarının kızı büyük bir kervanla ülkemize gelmiş ve Taygamus Şah tarafından emsali görülmemiş şenliklerle karşılanmış ertesi hafta da düğün yapılmış. Bundan bir yıl sonra da ben dünyaya gelmişim.

Babam bir evlat sahibi olduğuna çok sevinmiş. Şehirde üç gün, üç gece şenlikler yaptırmış ve bana Cihanşah adını vermiş.

On dört yaşıma bastığım zaman, bana hususi hocalar ve mürebbiyeler tayin etti. Terbiye ve tahsilim için hiçbir fedakarlıktan geri kalmadı.

Üç dört sene içinde epey şeyler öğrenmiştim. Babam, artık çok yaşlandığı için, bir gün memleketin ileri gelenlerini çağırarak hükümdarlıktan çekileceğini ve ömrünün son günlerini ibadetle geçireceğini söyledi; hükümet işlerini ve memleket idaresini bana bıraktığını bildirdi.

O günden sonra babamın tahtına oturup ülkemizi idare etmeye başladım.

Günün birinde biraz eğlenmek maksadıyla yanıma bir miktar muhafız alarak ava çıktım. Bir müddet kırlarda, ormanlarda dolaştık. Önümüze güzel bir geyik çıktı, onu kovalamaya başladık. Öyle ki az bir müddet içinde yerimizden bir hayli uzaklaştığımızı anladık. Yanımdaki askerlerin birçoğunun hayvanı sakatlandı. Bir kısmı da yorulup olduğu yerde kaldı.

Ben hayvanları yorulup sakatlanmayan yedi muhafızla beraber ceylanı kovalaya kovalamaya deniz kıyısına geldim. Geyik, bize yakalanmamak için can havliyle kendini denize atmış ve yüze yüze biraz ileride bulunan bir adacığa çıkmıştı.

Biz de hemen bir sal tedarik edip karşıki adaya geçtik. Geyiği orada, yorgun bitkin bir halde bulduk. Onu yakalayıp salla tekrar geldiğimiz yere dönmek istedik.

Bu sırada müthiş bir fırtına kopmuş, dağ gibi yükselen dalgalar bizi karadan epeyce uzaklaştırdı. Öyle ki hayatımızdan da korkmaya başladık.

Yorulup bizimle beraber gelemeyen askerler, bir müddet bizi sahilde bekledikten sonra bizden ümidi keserek geri dönmüş ve vezirime haber vermişler. O da bizi aramak maksadıyla her tarafa adamlar salmış. İzimize tesadüf edemeyince bizden ümitlerini kesmişler.

Biz ise, deniz üstünde, yedi gün yedi gece devam eden fırtınalarla pençeleştik. Nihayet fırtına dindi. Bindiğimiz sal da bizi tanımadığımız bir sahile götürdü.

Hemen karaya çıktık. Avladığımız geyiği kesip yaktığımız ateşte kızarttık. Birkaç gün yemek yemediğimiz için onu büyük bir iştah ile yedik.

Biraz sonra silahlarımızı alıp yürümeye başladık. Bir hayli yol kat ettikten sonra birdenbire karşımıza insana benzemeyen iki kişi çıktı. Bunların ikişer gözü, birer kolu ve birer kulağı vardı.

Hayret içinde yanlarına yaklaştığımız zaman yırtıcı kuşlar gibi sesler çıkararak bizden ürküp kaçtılar. Onları kovalamaya başladık. Çok geçmeden bu mahluklardan binlerce kişiye rast geldik. Arkadaşlarını kovaladığımızı görünce hepsi birden üstümüze hücum etti. Bu kadar kalabalığa karşı gelemeyeceğimizi anlayınca geriye dönüp kaçmaktan başka çare bulamadık.

Onlar bize yaklaşmadan kendimizi sala attık ve süratle açıldık. Biraz sonra şiddetli bir rüzgar ve arkasından büyük bir fırtına baş gösterdi.

Biz artık böyle şeylere alıştığımız için büyük bir soğukkanlılıkla atıldığımız bu tehlikeli maceranın sonunu beklemeye başladık.

Beş gün, beş gece bu minval üzere denizde dalgalar arasında sallanıp durduk. Beşinci gün kara göründü. Oraya yaklaşıp sahile çıktık. Bizden biraz ötede kapılan demirden, bembeyaz mermerden yapılmış büyük bir kale göze çarpıyordu. Etrafında insan namına hiçbir kimse göremeyince birisini o tarafa yolladım ve içinde insan bulunup bulunmadığını öğrenmesini söyledim. Gitti, biraz sonra dönerek:

– Kalenin içi boş. Hiçbir kimse göremedim, dedi.

Bunun üzerine hepimiz merak ederek oraya gittik. Kalenin içinde, hepsi mermerden yapılma gayet güzel evler, bin bir çeşit meyve ağacı ve çiçekli bahçeler, billur gibi akan sular vardı.

Büyüklüğü ve yapılışı bir sarayı andıran bir binaya girdik. Geniş ve ferah bir avlusu olan bu sarayın büyük salonuna girdik. Burada öd ağacından yapılma bir taht vardı.

Adamlarımın ısrarı üzerine çıkıp tahta oturdum. Onlar da sağ ve solumdaki divanlara yerleştiler.

Biz bu vaziyette, bu ıssız şehrin garip halinden bahsederken bulunduğumuz salona birdenbire bir sürü maymun girdi. Etrafımızı çevirdi.

Kötü bir maksat beslemedikleri tavırlarından anlaşılıyordu. Başlarını yere eğerek birer birer gelip oturduğum tahtı öpüp yere kapandılar. Bir kısmı da gidip bana ve adamlarıma çeşit çeşit meyve getirdiler.

O lezzetli ve güzel meyvelerle karnımızı doyurduktan sonra maymunlar bize katır büyüklüğünde yedi köpek getirerek sırtlarına binmemizi işaretle anlattılar.

Biz de buna itiraz etmeden bu cins köpeklerin sırtına bindik ve maymunların rehberliğiyle yola koyulduk.

Nihayet maymunlar, bizi bir dağ kenarına götürdüler. Orada büyük bir yazılı taş gösterdiler. Bu taşta şunlar yazılıydı:

“Ey buraya gelen âdemoğlu, vaktiyle ben bir hükümdar idim. Süleyman Peygamber gibi hayvanlar, kuşlar ve bütün yaratıklar emrime tabi olmuşlardı. Günün birinde buraya geldim ve maymunlar diyarını gördüm, hayrette kaldım. Buranın esrarını öğrenmeye ahdettim. Bilahare buna muvaffak oldum. Buranın halkı vaktiyle insanmış. Fakat öyle fena huylu, fitneci ve ahlaksız imişler ki bu yüzden Allah bunların başına birçok felaket getirmiş. Bununla beraber onlar gene bu huylarından vazgeçmemişler. Bunun üzerine Ulu Tanrı anlan bu hale getirmiş.

Sakın bunlardan korkma, kendileri maymun olmakla beraber insan cinsine saldırmazlar.

Bunların başına şah olarak kalırsan sen de maymunlar da rahat edersiniz. Çünkü doğu tarafında bulunan dağın arkasında gulyabanilerin diyarı vardır. İşte bu korkunç mahluklar, bu maymunlara düşmandırlar. Na sıra tecavüz ederler. Fakat maymunlara bir âdemoğlu hükmederse, düşmanları olan gulyabaniler korkar ve bir daha onlara tecavüz etmezler. Sakın buradan gitme, helak olursun. Bu ülkenin batı tarafı, ancak yedi yılda geçilebilir. Bir deniz vardır. Güney tarafına ise Ateş Diyarı derler. Burada yanardağlar çoktur; vahşi ve tehlikeli mahluklarla doludur. Kuzey tarafı ise karıncalar memleketine tesadüf eder. Orada köpek büyüklüğünde karıncalar vardır. Bunlar insanı paramparça edip yerler. Oradan geçen yolcular yurtlarına sağ dönmezler!”

Bu yazıyı okuyunca üzüldüm. Fakat ne yapayım, başa gelen çekilir maymunlar biraz sonra beni ve maiyetimdeki muhafızları alıp nehir kenarına götürdüler. Biraz ötede gulyabanilerin ülkesi görünüyordu.

Orasını gösterip, işaretle, yakında onların kendilerine hücum edeceklerini söylediler. Hakikaten çok geçmeden maymunları gören gulyabaniler hücuma geçtiler. Maymunların korkup bağırdıklarını görünce hemen yanımdaki adamlarla oklarımızı alıp gulyabanilerin üzerine yürüdük. Attığımız oklar birçoğunu öldürmüştü.

Kalanlar da kaçmışlardı. Bunun üzerine maymunlar bu muvaffakiyetimizden dolayı çok sevindiler. Ellerimize kapanarak bağlılıklarını ve teşekkürlerini bildirdiler. O gece saraya dönüp güzel bir uyku uyuduk. Ertesi gün adamlarıma, sala yiyecek, su vesaire koymalarını ve buradan kaçmak için hazırlık yapmalarını emrettim. Çünkü her ne kadar orada rahatım yerinde ise de insanlar arasında bulunmadığım ve memleketimden uzak olduğum için canım fena halde sıkılıyordu.

Biraz sonra, gönderdiğim adamlar gelip salın maymunlar tarafından bir daha buradan ayrılmamamız için parçalandığını söylediler. Artık ister istemez orada kalmaya mecbur olduk.

Bu sırada kendime ve adamlarıma iyi cinsten birer at tedarik edip bulunduğum ülkeyi gezmeye ve kurtuluş çaresi aramaya başladım. En kolay yolun, karıncaların diyarını geçmekte olduğunu buldum.

Geceleyin hududu aşmayı düşündüm. Altımızdaki seri hayvanlar, bizi karıncaların eline düşürmeden tehlikeyi atlatırdı. Bu düşünceyi tatbik sahasına sokabilmek için ilkbaharı bekledim.

Bu müddet içinde maymunların bütün huylarını ve konuştukları dili öğrenmiştim. Nihayet bahar geldi. Memleketi gezip dolaşmak bahanesiyle yanıma birkaç maymunla adamlarımı alıp hududa yakın bir köye gittim.

Orada maymunlardan, bir koyunla bir iki testi şarap istedim. Derhal getirdiler. Evvela maymunları adamakıllı sarhoş ettim. Hepsi sızıp yattı. Biz de bu fırsattan istifade ederek karnımızı iyice doyurduktan sonra atlarımıza binip hududu geçtik.

Güneş doğduğu zaman biz karıncaların memleketine varmıştık. Köpek büyüklüğünde olan bu karıncalar bizi görünce üstümüze saldırdı. Adamlarımdan bir ikisini gözümün önünde parçalayıp öldürdüler.

Ben ve sağ kalan adamlarım oradan güç bela kaçıp bir yere gizlendik. Bir müddet gece yürüyerek gündüz saklanarak epeyce yol kat ettik. Nihayet büyük bir sahraya vardık. Orasını geçtikten sonra karşımıza gene karıncalar çıktı. Bunlar da adamlarıma saldırıp geri kalanlarını öldürdüler. Ben de güç bela yakamı kurtarıp bir mucize kabilinden ellerinden kurtuldum.

Karıncalar diyarından uzaklaşınca, uzun ve yorucu bir seyahatten sonra büyük bir şehrin önüne geldim. Fakat bir türlü şehre giremiyordum. Çünkü önümde büyük bir nehir vardı. Bu nehrin de üzerinde hiç köprü yoktu. Nehir boyunca takip ederek bir geçit ararken karşıdan bir adam bana seslendi:

– Nafile yorulma, bu suyun köprüsü yoktur. Bu gece orada kal yarın sabah nehrin suyu kesilir, karşı tarafa geçersin.

Adamın bu ihtarından memnun olarak o geceyi orada geçirdim. Ertesi gün baktım ki su kesilmiş. Yolda hayvanım öldüğü için şehre yaya olarak girdim.

Bu, güzel ve mamur bir şehirdi. Yalnız, her yeri kapalı idi.

Bunu merak ederek mahalle aralarında dolaşmaya başladım. Önüme açık bir ev kapısı çıktı. İçeriye girdim. Ev sahibi, karısı ve çoluk çocuğuyla beraber yemek yiyordu. Beni görünce büyük bir misafirperverlikle içeriye aldı.

Biraz dinlendikten sonra kendisine bu memleketin adını, milliyetini sordum. Bana karşılık olarak dedi ki:

-Biz Musa kavmindeniz. Bu şehrin ismi de Nehrevan’dır. Sonra her yerin neden kapalı olduğunu sordum. Şu cevabı verdi:

-Bugün cumartesidir. İş görmeyiz, onun için her yer kapalıdır. Şehir önündeki nehrin neden kesildiğini herhalde merak etmişsinizdir.

Sana bunun hikmetini anlatayım. Vaktiyle bize cumartesi günü balık tutmamamız emrolunmuştu. Biz işin hile tarafına kaçtık. Cuma günü akşamından ağlan nehre salıvermeye ve pazara kadar bekleyip külliyetli miktarda balık tutmaya başladık. Bunun üzerine cumartesi günü nehrin sularının kesildiğini gördük.

Ev sahibi, bunları anlattıktan sonra beni evine misafir etti. Ertesi gün çarşıda bulunan dükkanına gittik. Beni birçok tüccara, esnafa takdim etti. Hepsi benim maceramla yakından alakadar oldu.

Yurduma dönmek için ne yapmam gerektiğini kendilerine sordum. Onlar da:

-İki senede bir buraya Yemen’den bir kervan gelir. Bundan başka dışarıyla alakamız yoktur, diye karşılık verince o kervanı beklemekten başka çare bulamadım.

Bir gün çarşıda dolaşırken tellalın birinin şöyle bağırdığını işittim:

-Güzel bir cariye ile bin altın kazanmak isteyen kim varsa bana gelsin.

Tellalın vadettiği her iki şeye şiddetle ihtiyacım olduğu için sevindim. Beni alıp bir tüccara götürdü. Tüccar:

-Sana, bin altınla güzel bir cariye vereceğim. Bu şartla istediğimi yapacaksın.

Bu şartı kabul ettiğimi söyleyerek emirlerine amade olduğumu da ilave ettim.

Bunun üzerine tüccar, beni konağına götürerek o gece peri gibi güzel bir cariye ile beni gerdeğe koydu. Sabahleyin de elime bin altın saydıktan sonra beni şehirden epeyce uzak olan bir dağın eteğine götürerek beraberinde getirdiği deveyi kesti. Karnını yardı, içini temizledikten sonra bana döndü:

-Şu devenin karnına girip saklanacaksın biraz sonra büyük kartallar gelip bulunduğun devenin leşini dağa kaldıracaklar. Yere konulduğunu anlayınca hemen oradan dışarıya çıkarsın. O zaman kuşlar seni görünce kaçacaklar. Sen de o dağın tepesinde bulunan mücevherattan toplayıp bana atacaksın. Ondan sonra kolayca aşağıya inersin. Çünkü iniş, çıkış gibi zor değildir. Yapacağın iş budur.

Bu teklifi ağır bulmakla beraber, itiraz etmedim. Çünkü bir kere söz vermiştim. Tüccarın verdiği emirleri yerine getirip devenin karnına girdim. Bir müddet sonra havalandığımı hissettim. Kartalların gelip içinde bulunduğum deveyi kaldırdıklarını anladım. Havasızlıktan boğulmak derecesine geldiğim halde sabrettim. Nihayet dağın tepesine geldiğimi fark ettim. Hemen bulunduğum yerden çıktım. Kuşlar hakikaten beni görünce ürküp dağıldılar.

Orada bulduğum kıymetli taşlardan toplayıp, aşağıda bekleyen tüccara attım. O da bunları heybesine doldurduktan sonra beni yalnız bırakıp atına bindi. Şehre yollandı.

Etrafı korkunç uçurumlarla çevrilmiş olan bu dağ başında yapayalnız kalınca bir kurtuluş çaresi düşünmeye başladım. Burada açlıktan ölmek veya yırtıcı kuşlara yem olmaktansa, herhangi bir uçurumdan, her türlü tehlikeyi göze alarak inmek daha hayırlı idi.

Dolaşa dolaşa az meyilli bir uçurum gördüm. Taşlara tutunarak kendimi aşağıya salıverdim. Elbisem paramparça oldu. Ellerim, diz kapaklarım kan içinde kaldı. Baygın ve bitkin bir halde aşağıya inebildim.

Kendime gelebildiğim zaman, yol yürümeye başladım. Bir müddet sonra karşıma büyük bir bina çıktı. Kapısını bularak içeriye girdim. Beni ihtiyar bir adam karşıladı. Kim olduğumu sordu. Başımdan geçenleri anlattım. Halime acıdı. Beni misafir ederek bulunduğumuz mükellef saray hakkında malumat verdi:

-Buraya Kuşlar Tekkesi derler. Süleyman Peygamber, bir zamanlar burayı kuşlara tahsis etmiş. Bütün kuşlar haftada bir gelip burada toplanır. Ben de onların piriyim. Adım Şah Mürg’dür.

Sonra kolumdan tutarak sarayın zengin döşemeli odalarını ve her yerini gezdirdi. Nihayet bir kapıya geldik. Burasını gösterip:

-Bunu açıp içerisini göstermek doğru olmaz ama haydi sen fena bir adama benzemiyorsun, dedi ve ilave etti:

-Sen burada bir müddet misafir ol. Sonra seni yırtıcı ve büyük kuşların birisine gönderip memleketine yollarım.

O akşam orada kaldım. Ertesi gün, ihtiyar bana bir deste anahtar verdi:

-Oğlum, ben kuşların ziyafetine gidiyorum. Sana bütün kapıların anahtarlarını teslim ediyorum. O demir kapıdan başka hangisini istersen aç. Sözümü dinlemezsen çok pişman olursun.

İhtiyar gidince o demir kapının yanına vardım. Epeyce tereddüt ettikten sonra kapıyı açtım, içeriye girdim. Burası güzel ve gönül açıcı bir bahçe idi. Arkasında altından yapılma bir köşk vardı. Önünde bir su akıyordu. Yanı başımda da gene altından bir taht kurulmuştu. Bu güzel manzaralı, cennet misali yerde dolaşmaya başladım. O sırada havadan üç beyaz güvercin, bulunduğum yere indi. Onlara görünmemek için bir yerde saklandım. Güvercinler, havuz başına gelince silkinip üstlerindeki tüyden libaslarını attılar ve üç güzel kız oldular. Derhal havuza atılarak yıkanmaya başladılar.

En küçüğü bilhassa fevkalade güzelliği ile göze çarpıyordu. Ben hayatımda böyle bir dilber görmemiştim. Ona âşık olmuştum. Gözlerim karardı, başım döner gibi oldu. Nihayet düşüp bayıldım.

Kendimi topladığım zaman baş ucumda ihtiyarın durduğunu gördüm. Bana manalı manalı bakarak:

-Ben sana orasını açma demedim mi? diye sitem etti.

-Bir iştir oldu. Zaten cezamı çektim. En küçüğüne fena halde tutuldum. Bu kızlar neyin nesidir? dedim.

İhtiyar başını salladı:

-Oğlum; bunlar peri hükümdarının kızlarıdır. Senede bir buraya gelip yıkanırlar, sonra yurtlarına dönerler. Onlara kavuşmak pek güç ama ben sana acıdığım için bir akıl öğreteceğim. Bu kızlar, gelecek sene gene gelecekler. O zaman küçüğünün kanatlı elbiselerini alıp saklarsın, bir yere gidemez. Sana varmaya mecbur olur. Ben de o zaman aranıza girer, nikahınıza kıyarım.

İhtiyarın bu sözleriyle teselli olarak bir sene bekledim. Nihayet peri kızlarının gelme zamanı yaklaştı. Bahçede bir yere saklandım. Çok geçmeden havada göründüler. Yavaş yavaş havuzun başına inip soyundular. Tam yıkanıp çıkacakları sırada küçüğün elbisesini aldım. Bir yere sakladım. Kızlar, kardeşlerinin elbisesini ne kadar aradılarsa da bulamadılar. Bunun üzerine ikisi uçup küçük kız kardeşlerini orada bırakmak mecburiyetinde kaldılar. Bunu görünce hemen meydana çıktım. Kız, elbisesinin bende olduğunu anlamıştı. İstedi, vermedim ve onu sevdiğimi, kendisine sahip olmak için böyle hareket ettiğimi söyledim.

Kız, çaresiz, teklifimi kabul etti. Benimle beraber ihtiyarın yanına geldi.

İhtiyar, ikimizin nikahını kıydı. Düğünümüzü ailemin yanında yapmak için ona kanatlı elbisesini verdim. Onu giyip, beni yanına alıp havalandı.

Oradan ayrılmazdan evvel ihtiyar bana:

-Memleketine vardıktan sonra sakın kanatlı elbisesini verme, dedi. Yine sabah oluyordu.

Peri kızı ile uça uça memleketimize vardık. Büyük bir törenle karşılandık. Birkaç gün sonra düğünümüz yapıldı. Zifafa girdiğimiz gece artık korkum kalmadığı için zevcemin kanatlarını açıkta bırakmıştım.

Bunu gören peri kızı, benim bu hareketimden istifade ederek kanatlarını giydi, açık olan pencereden uçup gitti. Bunun farkına varıp pencereye gelince onun karşımızdaki binanın damında durduğunu gördüm. Bana seslendi:

-Ben babamın rızasını almadan seninle yaşayamam. Oraya gidip ailemin gönlünü yapacağım. Eğer beni seviyorsan arkamdan Gevhernegin Kalesi’ne gel.

Peri kızı bunu söyledikten sonra uçup gitti. Ben de düşüp bayıldım. Kendime geldiğim zaman etrafımda babamı, annemi ve saray adamlarını gördüm. Babama her şeyi anlatıp peri kızının kalesine gideceğimi söyledim.

Babam buna müteessir oldu:

-Oğlum, bilmediğin bir yere nasıl gidersin? Sana kavuşuncaya kadar neler çektim? Şimdi gene mi kaybolacaksın? Bununla beraber biraz sabret. O kalenin nerede olduğunu öğreneyim, ondan sonra seni oraya gönderirim.

Babam, bunu söyledikten sonra beni avutmak maksadıyla bana ayırdığı saraya birçok güzel cariye, rakkase ve çalgıcı yolladı. Fakat ben hiçbirisiyle teselli bulamıyor, peri kızının hayali bir türlü gözümün önünden gitmiyordu. Aylar geçtiği halde babamın kalenin yerini öğrenmek hususunda sarf ettiği emek bir netice vermiyordu.

Bir gün Hint hükümdarlarından birisi bize harp ilan etmişti. Bu fırsattan istifade ederek babamdan, savaşa katılmak için izin istedim, verdi. Ordumuzun başına geçip birkaç günlük bir savaştan sonra düşmanı geriye püskürttüm. Sonra birdenbire kimseye haber vermeden Gevhernegin Kalesi’ni bulmak için yola koyuldum.

İki aylık bir yolculuktan sonra lrak’a vardım. Orada sorup soruşturdum. Hiç kimse Gevhernegin Kalesi’nin nerede olduğunu bilmiyordu. Oradan kalkıp Nehrevan şehrine yollandım. Bir müddet şehirde dolaştım. Nihayet gene o sokaklarda çağıran tellala rast geldim ve teklif ettiği işe razı olduğumu söyleyerek onunla birlikte tüccarın konağına gittim. Bu tüccar evvelce beni devenin karnına sokup dağın eteğine bırakan tüccardı.

Ne tellal ne de tüccar beni tanımıştı. Tıpkı ilk seferde yaptığı gibi beni boğazladığı devenin içine sakladı. Yine dağın eteğine koydu. Çok geçmeden kartallar gelip deveyi dağın tepesine çıkardılar. Oraya varır varmaz yanımdaki bıçakla devenin karnını yarıp çıktım. Tüccara biraz mücevher ve kıymetli taş atarak oradan kayalıklardan tutuna tutuna aşağıya inip Şah Mürg’ün Kuşlar Tekkesi’ne gittim.

İhtiyar; beni görünce hayrette kaldı. Başımdan geçenleri anlatınca:

-Oğlum, dedi, ben sana kızın kanatlarını iyi sakla diye tembih etmemiş miydim? Sözümü tutmadın.

Bunun üzerine ihtiyarın ayaklarına kapanarak af diledikten sonra:

-Babacığım, dedim, ne olursa senden olur. Benim derdimin dermanı sende.

İhtiyar:

-O günden beri kızlar buraya gelmiyor. Yerlerini de kimse bilmiyor. Ama ben buraya gelen kuşlardan Gevhernegin Kalesi’nin yerini öğrenirim, dedi.

Bir iki gün sonra ihtiyar bana büyük bir kuş göstererek:

-Evlat, dedi, Zümrüdüanka adında olan bu kuş, senin aradığın kalenin nerede olduğunu bilir.

Hemen kuşa yalvarmaya başladım:

-Ey merhametli ve güzel kuş! Ne olur beni sevgilimin bulunduğu kaleye götür.

Kuş bunu işitince halime acımış olmalı ki beni sırtına alarak altı aylık mesafede olan Billur Dağ’a götürdü. Orada bırakmak istedi. Ayaklarına kapanarak beni kaleye kadar götürmesini tekrar rica ettim.

Kuş; perilerden korktuğu için fazla ileriye gidemeyeceğini söyledi. Ona bir şey olursa kendisini kurtaracağımı söyledim. Bunun üzerine kuş beni alarak bir dağa bıraktı ve karşısında pırıl pırıl parlayan bir yeri göstererek:

-İşte aradığın kale burasıdır. Artık kendin gidebilirsin, dedi.

Oradan kalkıp yürümeye başladım. Çok geçmeden bir taşı altın, bir taşı gümüşten yapılmış büyük bir kaleye vardım. Oraya ayak başar basmaz birtakım garip kılıklı insanlar karşıma çıktı. Beni cezaevine götürdüler.

Meğer orası Gevhernegin Kalesi imiş. Peri hükümdarının kızı benden kaçtıktan sonra memleketine dönüp babasına her şeyi anlatmış ve ona ziyadesiyle âşık olduğumu, muhakkak arkasından geleceğimi söylemiş.

Onun için de peri hükümdarı, kale muhafızlarına:

-İnsanlardan kim gelirse muhakkak yakalayıp hapsediniz, sonra huzuruma çıkarınız, diye tembih etmiş.

Periler beni yakalayıp hapse attıktan sonra hükümdarlarının huzuruna çıkardılar. O da beni sorguya çekti. Hiçbir şeyi gizlemeyerek hakikati itiraf ettim.

Peri hükümdarı, benim fedakarlığıma ve sadakatime hayran kalarak derhal kızını çağırdı ve bizi birbirimize kavuşturdu.

Bir müddet orada iyi bir hayat yaşadık. Nihayet yurdumu özledim. Kayınpederime memleketime gideceğimi söyledim. Muvafakat ederek beni ve kızını bir altın tahta oturttu ve dört ifrite bizi taşımalarını emretti.

Onlar da kuş gibi uçarak memleketimin tarafına doğru yollandılar. Kabil’e yaklaştığımız zaman iki büyük ordunun çarpıştığını gördüm.

Çok geçmeden bu ordunun birinin babama, diğerinin de onun amansız düşmanı Hint hükümdarına ait olduğunu anladım.

Hemen bizi taşıyan ifritlere emir vererek babamın düşmanları üzerine saldırttım. İfritler birkaç saat içinde anlan mahvederek, bir kısmını da kaçmaya mecbur ettiler. Düşman gittikten sonra babamla buluşup beraber şehre gittim. Bir müddet orada kaldıktan sonra eşimin arzusu üzerine Gevhernegin Kalesi’ne döndüm. Altı ay orada oturduk. Tekrar babamın yurduna döndük. Şehre varmadan evvel bir yerde konaklayıp çadır kurduk. Bu sırada, ben yakmak için odun vesaire aramaya başladım.

İfritler de başka bir şeye dalmışlardı. Yalnız kalan zevcem, büyük bir kurt sürüsünün hücumuna maruz kaldı. Onu kurtarmaya koşuncaya kadar zavallı, ruhunu teslim etmişti.

Ne yapalım, kazanın elinden bir şey kurtulamaz, canın sağ olsun, diyerek karımı oraya gömdüm. Bu gördüğün mezar onundur. Hayatımın sonuna kadar burada başı ucunda bekleyeceğim. Yanında boş bir me zar var. Son nefesimi verince oraya, yanına gömüleceğim.

Cihanşah; burada macerasını bitirince Belkiya:

-Hakikaten maceranız çok acıklıdır. Bununla beraber ölenle ölünmez. Gel seninle, insanlarla meskân olan bir yere gidelim, demiş. Fakat Cihanşah bu teklifi kabul etmemiş. Belkiya da:

-Öyle ise yurduma dönmek için bana yol gösteriniz, diye rica etmiş. O da bu dileğini yerine getirmiş ve yolu tarif etmiş.

Bunun üzerine Belkiya, hemen o gün yola çıkmış. Bir hayli yol kat ettikten sonra Hızır İlyas’ın sarayına varmış. Buradaki bekçiden Mısır’ın yolunu sormuş.

Kapıcı gülümsemiş ve:

-Mısır buradan bir yıllık yoldur. Hızır’ı bekleyin, o sizi oraya kolayca ulaştırır, demiş.

Biraz sonra Hızır İlyas gelmiş. Belkiya, kendisine macerasını anlatınca Hızır onu elinden tutarak bir lahzada Mısır’a götürmüş ve sarayının önüne bırakmış.

Belkiya, böylelikle ailesine kavuşarak mesut olmuş…

-İşte Hasip… Belkiya, böylece memleketine döndü. Kardeşi her ne kadar ona taht ve tacını geri vermek istediyse de o kabul etmedi. Bir tekkeye çekilerek ömrünün sonuna kadar oradan ayrılmadı.

Şahmeran, böylece Belkiya’nın hikayesini bitirdi. Hasip yalvararak:

-Allah size uzun ömürler versin. Belkiya gibi beni de memleketime, ana ve akrabalarımın yanına gönderin ne olur! Size verdiğim sözü tutmaya ant içerim, deyince Şahmeran biraz yumuşadı:

-Bu hususta kati söz verirsen kabul ederim. Yalnız gittiğin yerde sakın hamama girip canımın tehlikeye girmesine sebebiyet verme.

Bunun üzerine Hasip büyük yeminler etti. Şahmeran hemen ona birçok altın, mücevher vererek adamlarının birisi vasıtası ile geldiği bal kuyusu yolu ile yeryüzüne çıkardı.

Hasip, kendini bir zamanlar odun topladıkları dağda bulunca sevin-di. Oradan yolu kolayca bulup annesinin yanına gitti.

Evladını büsbütün kaybettiğini zanneden anne, oğlunu görünce sevincinden çılgına döndü. Hasip, Şahmeran’a verdiği söz üzerine annesine nereden geldiğini ve başından geçenleri anlatmadı. Yalnız kaç sene kaybolduğunu annesine sordu. O da:

-Oğlum, tam iki yıl seni göremedim, diye cevap verdi.

Hasip buna hayret etti. Biraz sonra şuradan buradan konuşurlarken arkadaşlarını sordu. Annesi, hepsinin tüccar olduğunu, ara sıra ona gelip yardımda bulunduklarını söyledi.

Hasip onları görmek istediğini annesine bildirdi. Kadın kalkıp oğlunun arkadaşlarının evlerine gitti. Onlara Hasip’in sağ salim döndüğünü müjdeledi.

Arkadaşları:

– Eyvah! Şimdi Hasip bizi hükümdara şikayet eder. Onun için ona biraz para verip gönlünü almalıyız, diyerek yanlarına bir miktar para aldılar. Hasip’in evine gittiler. Karşı karşıya gelince onu kucaklayıp kendisine yaptıktan fenalıktan dolayı kendilerini affetmesini rica ettiler. Ve beraberlerinde getirdikleri para ve hediyeleri verdiler.

Hasip’in arkadaşları merak içinde idiler. Ona şimdiye kadar nerede kaldığını sordular. Genç çocuk, hiç cevap vermeyerek o bahsi kapadı.

Hasip böylelikle tam yedi sene rahat ve saadet içinde yaşadı. Şahmeran’ın sırrını kimseye söylemediği gibi hamama da hiç girmedi. Onun yaşadığı şehirde Gerezban adında bir hükümdar vardı. Bir gün bütün vücudunu kıpkırmızı yaralar içinde bırakan kötü bir hastalığa tutulmuştu.

Her ne kadar hekimlere başvurduysa da hastalığı geçeceği yerde büsbütün artmıştı. Bu hükümdarın Şemhur adında gayet bilgili ve sihirbaz bir veziri vardı. Hükümdarının hastalığına çare bulmak ümidiyle ne kadar tıp ve hikmet kitabı varsa hepsine başvurdu. Nihayet bu kitapların birinde bu hastalığa ilaç buldu. O da Şahmeran’ın eti idi. Şayet bu eti yiyecek olursa iyileşecekti.

Gerezban bu haberi alınca memnun oldu. Memleketin her köşesine tellallar bağırtarak “her kim ki Şahmeran’ı yakalayıp getirirse onu zengin edeceğini ve istediği vilayete vali tayin edeceğini” ilan etti.

Fakat, günler geçtiği halde kimse gelip müracaat etmemişti. Çünkü Şahmeran’ın yerini Hasip’ten başka kimse bilmiyordu. O da sesini çıkarmıyordu. Nihayet Sihirbaz Vezir Şemhur, bütün şehir halkının hamama gönderilmesini ve onların arasında hangisinin vücudunda beyaz lekeler çıkarsa onu yakalamalarını, böylelikle Şahmeran’ın yerini keşfedeceklerini hükümdara anlattı. Hükümdar; derhal hamamcıları yanına çağırarak bütün şehir halkının hamama bedava girmesine müsaade etmelerini emretti.

Bir taraftan da her hamama bir memur göndererek her kim yıkandıktan sonra vücudunda beyaz lekeler çıkarsa saraya getirmelerini bildirdi.

Hükümdarın bu emri üzerine şehir halkı sıra sıra hamamlara gitmeye başladı. Nihayet sıra Hasip’e gelmişti. Her ne kadar hamama gitmemek için kaçmak çaresi aradıysa da buna muvaffak olamadı. İster istemez hamama gitmeye mecbur oldu.

Hasip, hamama gidip yıkanınca vücudunda beyaz beyaz lekeler çıkmaya başladı. Bunu gören memurlar hemen onu yaka paça ederek hükümdarın huzuruna çıkardılar.

Gerezban Şah, Hasip’i iyi bir şekilde karşılayarak yanına oturttu. Vezir Şemhur da Hasip’i getiren adama bin altın mükafat verip savdıktan sonra hükümdarın yanına geldi. Yanında duran Hasip’i selamlayıp hatırını sordu. Sonra vücudunun bir kısmını göstermesini rica etti.

Genç çocuk, göğsünü açtı. Vezir, hükümdara, Hasip’in vücudundaki lekeleri gösterip dedi ki:

– Bakınız ulu hükümdarım. Bu lekeler sayesinde sizin derdinize derman bulunacak.

Hasip şaşırmış gibi yaptı. Vezir Şemhur bu sözleriyle ne demek istiyordu? Lafa karışarak:

– Hükümdarım! dedi. Gerçi benim babam büyük bir bilgin ise de ben onun aksine cahil bir kimseyim. Sizi iyi edecek bir ilacım veya ufak bir kudretim yoktur. Sizin uğrunuzda hayatımı bile feda etmeye hazırım.

Bunun üzerine Şemhur, Hasip’in sırtını okşayarak:

– Oğlum, dedi, senden ilaç istemiyorum. Yalnız bize Şahmeran’ın bulunduğu yeri söyle kafi… Seni istediğin şehre vali yapar, ölünceye kadar rahat ve mesut yaşatırım.

Hasip, hiçbir şey söylemek istemiyordu:

– Ben onu nerede bulayım? İsmini ilk defa sizden işitiyorum, diyerek yalvarmaya başladı.

Tatlılıkla yola geldiğini görmeyen vezir, derhal muhafızlara emir vererek kendisine bayıltıncaya kadar dayak attırdı.

Hasip gene bir şey bilmediğini söyledi. Hükümdar bunun inadına ve bir şey söylememesine kızarak cellada şu emir verdi:

– Derhal bu oğlanı alıp darağacına götür. Canını öbür dünyaya yolla…

Hasip, “Ölmektense, Şahmeran’ın yelini göstermek daha iyidir. Ben anlan kuyuya kadar götürür bırakırım. Tabii onlar nasıl olsa çıkamayacaklar.” diye düşündü. Bu sırada tereddüdünü görüp yanına gelen vezire, artık konuşacağını söyledi.

Ve onu alarak mağaranın bulunduğu yere götürdü. Kuyuyu göstererek:

– İşte Şahmeran bu kuyunun içindedir, dedi.

Şemhur, hemen bir şeyler okumaya başladı. Çok geçmeden kuyunun içi açıldı. O eski daracık kapı şimdi genişlemişti. Kocaman bir ejderha meydana çıktı. Başının üstünde bir altın tabak tutuyordu. Tabakta Şahmeran duruyordu. Gözlerini etrafa çevirdi. Hasip’i görünce:

– Hain! dedi. Ahdine vefa göstermeden, benim kanıma girmekten ne fayda göreceksin? Hani ya yalvarıp yakarışların? Ben pekâlâ bilirim ki insanoğlunda hiç vefa ve sadakat yoktur. Ne yapalım, alnımızda bu yazılı imiş.

Vezir Şemhur, Şahmeran’ı gördü. Hemen ona elini uzatarak tutmak istedi. Şahmeran:

– Melun, dedi, bana el uzatma, yoksa pişman olursun. Dişlerimle senin vücudunu delik deşik ederim.

Sonra Hasip’e dönerek ilave etti:

– Sen beni al, koynuna sakla.

Hasip, yaptığına pişman olmuş bir çocuk gibi tavır takınmıştı. Şahmeran’ı alıp koynuna koydu. Saraya dönerken yolda Şahmeran’a dedi ki:

– Şahım, galiba senden hükümdarın derdine derman isteyecekler.

– Evet, sen benim etimi hükümdara yedireceksin.

– Ulu Şahmeran’ım. Seni öldüreceklerini bilmiyordum. Beni idam sehpasına götürüp tehdit ettiler. Korktum, sana bir şey yapamazlar ümidiyle yerini gösterdim. Bu yolda fena bir niyetim yoktu. Sana karşı öyle mahcubum ki, yaptığımı hatırladıkça yerin dibine geçeceğim gelir.

Şahmeran, Hasip’i teselli ederek:

– Ey Hasip, dedi, senin temiz kalpliliğine bir diyeceğim yoktur. Kaza ve kader böyle imiş. Ben bin sene yaşadım. En nihayet ecel şarabını içecek değil miyim? Bu şehitlik herkese müyesser değildir. Sana ölmeden bir öğüt vereyim. Sen bana ettin fakat ben sana etmem. Zira, kemlik fena bir iştir. Bu melun herif sana beni öldürmeyi teklif ederse sakın kabul etme. Katil olursun. Bırak Vezir Şemhur beni boğazlasın ki katil o olsun. Ben de şehit gideyim. Beni öldürdükten sonra bir çömlek içine koyup kaynatacaklar. Sakın benden ilk çıkan suyu içme, vezire içirmeye bak. Eğer bu dediklerimi yaparsan çok ilginç ve faydalı şeyler görürsün.

Hasip, bu öğütleri tutacağına söz vererek bu son iyiliğinden dolayı ona teşekkür etti. Artık şahın sarayına varmışlardı. Şemhur, Hasip’in yanına yaklaşarak amirane bir tavırla:

– Haydi, çabuk Şahmeran’ı çıkar, boğazla, deyince Hasip ağlamaya başladı.

Şemhur fena halde kızarak delikanlıya çıkıştı:

– Bir yılan için bu kadar ağlanır mı?

Sonra Hasip’in elinden, Şahmeran’ı alıp boğazladı. Bu sırada şahın tarafından bir adam gelmişti. Şemhur’u çağırdı.

Vezir hemen Hasip’e Şahmeran’ın cansız cesediyle iki şişe vererek:

– Al bunu, dedi, kaynat. İkinci suyunu bana bırak. Bende bel ağnsı var, ona çok faydalı imiş. İlk suyunu sen iç, ne hastalığın varsa geçer.

Şemhur, şahın huzuruna girince Hasip, Şahmeran’ın cesedini kaynattı. İlk suyunu vezire bıraktı. İkinci suyunu alelacele içti.

Şahmeran’ın cesedi konulduğu çömlekte kaynamaya başlayınca her bir tarafı ayrı ayrı “Ben şahın hastalığına ilacım.” gibi sözler söyleyerek nasıl ve ne zaman kullanılacağını açıklıyordu. Biraz sonra Şemhur geri dönmüştü. Sert bir sesle Hasip’e:

-Haydi bana ikinci suyu ver, diye seslenince Hasip derhal birinci suyu koyduğu şişeyi uzatıp:

-Buyurun, işte arzu ettiğiniz ikinci su, afiyetle içiniz.

Vezir Şemhur, suyu memnuniyetle içti. Çok geçmeden kamı şişmeye, midesi ağrımaya başladı. Yarım saat kadar acı içinde kıvrandıktan sonra can verdi.

Bunu gören Hasip, Şahmeran’ın son öğüdünün yerinde olduğunu ve dediğinin çıktığını görünce çok memnun oldu.

Vezirin ölümü derhal, her tarafa yayıldı. Şahın buna fena halde canı sıkıldı. Ne yapacağını şaşırdı. Çünkü ondan şifa bekliyordu. Hasip’i yanına çağırdı. Ona dert yanmaya başladı:

-Evladım! Vezirim öldü. Artık ben bu müzmin illetimi nasıl tedavi edeyim? Buna bir çare bulabilecek miyiz?

Hasip, şahın eteğini öperek dedi ki:

-Şahım, bu hususta hiç düşünmeyin. Sizi bir gün içinde iyi edeceğim, hastalığınızın ilacı bendedir.

Sonra Şahmeran’ın çömlekteki başını çıkarıp şaha verdi ve yemesini söyledi. Şah onu yedi. Çok geçmeden vücudunda biraz kaşıntı duydu ki, bu hastalığın geçeceğine alametti.

Hasip izin alarak eve gitti. Yolda tesadüf ettiği ağaçlar, otlar, hep dile gelip ne işe yaradıklarını söylüyorlardı. O da bunlardan epeyce istifade etti. O gece sabaha kadar uyumadı. Kalbi heyecanla çarpıyordu. Acaba şah kurtulacak mı diye düşünüyordu.

Şafak sökünce hemen sarayın yolunu tuttu. Oraya vardığı zaman şahın sıhhatini sordu. Şah hissedilecek derecede iyileştiğini söyledi.

Hasip buna memnun olarak Şahmeran’ın gövdesini verip, yemesini tavsiye etti.

Bunun üzerine, Hasip’e itimadı adamakıllı artmış olan şah onu alıp kemali iştiha ile yedi. Çok geçmeden vücudunda bir kuvvet husule geldiğini hissetti. Yüzüne renk gelmişti.

Üçüncü gün olunca Hasip, Şahmeran’ın kuyruğunu çıkarıp şaha verdi. O da onu yedikten sonra Hasip’in tavsiyesi üzerine ertesi gün hamama gitti. İyice yıkandı. Vücudundaki bütün hastalıklar, çıbanlar gitti.

Şah, buna ziyadesiyle memnun oldu. Saraya döner dönmez, Hasip’i yanına çağırdı. Onu büyük bir sevgi ve saygı ile karşıladı. Yanına oturttu ve ona iyileştiğini müjdeledi.

Biraz sonra şahın emri üzerine, büyük bir yemek sofrası kuruldu. Hasip bunu görünce kalkıp evine gitmek istedi. Şah, onu tutarak niçin gitmek istediğini sordu. Hasip, başını önüne eğdi:

-Benim gibi fakir bir delikanlı, sizin gibi yüksek bir şahla beraber aynı sofrada nasıl yemek yemeye cesaret eder?

Şah Gerezdan, Hasip’in terbiye ve tevazusuna hayran kaldı:

-Oğlum, ben bu sofrayı senin için kurdum. Otur, burası senin evin sayılır.

Hasip gülümsedi:

-Emir sizindir, diyerek şahın sofrasına oturdu.

Yemeklerini bitirdikten sonra şah emir vererek derhal birkaç saat içinde sarayda büyük bir divan kurulacağını halka bildirmelerini istedi.

Çok geçmeden şehrin her tarafında tellallar çıkarak şahın emrini halka bildirdiler. Az bir müddet içinde sarayın içindeki büyük divan, memleketin en tanınmış şahsiyetleriyle dolmuştu.

Şah, o sırada vezir üniforması giydirdiği Hasip Keramüddin’i onlara takdim ederek:

-Bu delikanlı beni müzmin hastalığımdan kurtardı. Onu bunun mükafatı olarak, ölen Vezir Şemhur’un yerine kendime vezir tayin ediyorum. Bundan sonra onun emirlerine itaatte kusur etmeyeceksiniz.

Bunun üzerine bütün devlet adamları birer birer kalkıp Hasip Keramüddin’in elini sıkıp yeni vazifesinden dolayı tebrik ettiler.

Bu büyük rütbeye erişen Hasip, o günden sonra annesini alarak hükümdarın kendisine tahsis ettiği büyük bir saraya taşındı ve vazifesine layık bir adam olmak için gecesini gündüzüne katarak babası gibi bilgi edinmeye başladı.

Kısa bir zamanda malumatı arttı. Bilhassa babasından kalan o beş kağıttaki bilgiler ona çok yardım etti. Böylelikle büyük bir adam olan Hasip, ömrünün sonuna kadar mesut ve müreffeh bir hayat geçirdi.

 

Binbir Gece Masalları

Çeviri: Selami Münir Yurdatap

Elips Kitap

Şubat 2007

Muzip Masal Cini

Masallar üzerine ve masallara dair her şeyi heybesine doldurmuş bir masalcıdır Muzip Masal Cini. Bu bakımdan kendi masallarını ve Ribelyus adlı masal evreninde yaşananları naklederken başka hikayelere de misafir olur. Uzun lafın kısası masalların anlatılmayıp unutulmaya yüz tuttuğu bu yüzyılda yeniden masal anlatabilmek adına beyhude mücadeleye girmiş bir hayal kahramanıdır. Aynı zamanda anlatıla anlatıla günümüze kadar yolculuğuna devam eden masalların toplanması, derlenmesi ve arşivlenmesi gibi çalışmaları kendine görev addetmiştir. Muzip Masal Cini hem masal yazmak hem de unutulmaya yüz tutmuş masalları kayıt altına alıp arşivlemek üzerine hayat bulmuş bir hayali kahramanın gerçek dünya ile masalsı mücadelesidir.

Henüz Yorum Yapılmamış

Yorum Yapın

Eposta adresiniz yayınlanmayacak.