Notice: Function _load_textdomain_just_in_time was called incorrectly. Translation loading for the advanced-ads domain was triggered too early. This is usually an indicator for some code in the plugin or theme running too early. Translations should be loaded at the init action or later. Please see Debugging in WordPress for more information. (This message was added in version 6.7.0.) in /home/muzipmasal/public_html/wp-includes/functions.php on line 6114
Gülnar Hanım (Azerbaycan Masalı) – Muzip Masal Cini

Gülnar Hanım (Azerbaycan Masalı)

Bu masalı yakın zamanda doktora tez çalışmalarımda arşivi karıştırırken buldum. “Gülnar Hanım” adıyla, bir word dosyasında Arap harfleriyle, İran Azerbaycanı-Azerbaycan Türkçesiyle yazılmış şekilde, içinde başka hiçbir bilgi olmadan dosyaların arasında gördüm. Muhtemelen oradaki dostlarımızdan birinin geçmişte dinlediği ve kendisi yazıya geçirdiği bir masal. İran Türklerinden, Tebrizli masal analarından Sousan Navadeh Razi gönderdi diye hatırlıyorum. Boşta durmasın, masal severler okusun diye, Latin alfabesi ve Türkiye Türkçesine aktardım. İyi okumalar dilerim.

Seçkin “Köyün Delisi” Sarpkaya

Temmuz / 2019

 

Gülnar Hanım

 

Kandahar padişahının Melik Memmed adında bir oğlu var idi. Güzellikte öyle bir afet-i zamandı ki Yusuf, Kenan onun eline su dökemezdi. Kendisi de Kandahar padişahının tek bir oğlu idi. Melik Memmed’i herkesten çok seven yaşlı bir lalası var idi. Bir gün lala bütün müneccimleri toplayıp, tas kurdurup, reml attırıp Melik Memmed’in bahtına baktırdı. Bütün müneccimler dedi ki “Melik Memmed on dört yaşına geldiğinde kaybolacak, bulunması da çok zor olacak.”

Evet, bir iki deste koşun hazırlandı ki Melik Memmed’i korusun. Zavallı çocuğu hiçbir yere göndermediler. Ama olacağa çare yoktur. Melik Memmed’in on dört yaşının dolduğu gece odasında yatıyordu. O odada bir ışık oldu, üçtü göğe, ne kadar arasalar da bulamadılar. Etrafa çığırtkanlar saldılar, sözcüler gönderdiler ama çocuğu bulamadılar. Bir yıl geçti, iki yıl geçti, her yerde umutları kesildi, herkes kara giyip mateme büründü.

Yaşlı lala bu işe katlanamayıp tedbil-i kıyafet ile Melik Memmed’i bulmaya çıktı. Lala, Melik Mehmmed’i araya araya geldi, vardı İstanbul’a. Şehri gezdi, dolandı. Dolana dolana gelip ulaştı İstanbul padişahının sarayının önüne. Kış aylarıydı. Çok da kar yağmıştı. Karın üstünde de bir yere kan dökülmüştü. Lala bunu görünce bayılıp kendisinden geçti.

Sana haber vereyim İstanbul padişahının tek kızı olan Gülnar Hanım’dan.

Bu kız öyle güzeldi ki güzelliği cihana duyulmuştu. Gülnar Hanım kendi penceresinin kenarına oturmuştu, gelip geçenlere bakıyordu. Bir de lalanın bayılıp yere düştüğünü gördü. Hemen o anda adamlarını gönderip lalayı içeri getirtti.

Yaşlı lala Melik Memmed’in durumunu ona anlattı:

-Karın üstünde kırmızı kan lekesini görünce Melik Memmed’in ak yüzündeki hali aklıma geldi.

Gülnar Hanım babasının yanına gitti. Yaşlı lalanın anlattıklarını ona anlattı. Dedi ki:

-Baba, izin ver, ben gideyim, Melik Memmed’i bulayım.

Babası ne kadar dil dökse de mümkün olmadı. Kız son sözünü söyledi. Sonunda vezir yeri öpüp dedi:

-Padişah sağ olsun, şimdi böyle oldu, bırak gitsin, biz de bu yaşlı adamı burada tutarız. Eğer Gülnar Hanım iki yıl içinde gelirse ne güzel. Eğer gelmezse o zaman bu adamı öldürürüz.

Padişah çaresiz razı oldu.

Gülnar Hanım kendi odasına çekildi. Giyindi kuşandı. (Alttan giyindi, üstten kıfıllandı. Üsten giyindi, alttan kıfıllandı.) Bir ata bindi. Herkesle görüşüp, vedalaşıp yola düştü.

Gecesini gündüzüne katıp üç ay boyunca at sürdü. Üç ayın sonunda gelip bir kaleye vardı. O tarafa gitti, bu tarafa gitti, gördü ki hayır, hiçbir yerden bu kaleye girmek mümkün değildir. Öyle böyle atı yedeğine alıp, çekip kalenin etrafını dolanıyordu, bir de gözüne takıldı ki gördü, kalenin hayatında (bahçesinde) bir su çıkışı var. Yavaşça atı bir yere bağladı. Kendisi o su çıkış yerinden geçti, kalenin bahçesine baktı ki bahçede kimse yoktu.

Ama biraz ileride bir bel (basamak) vardı.  Ona ayağını koydu ve su çıkışından içeri geçip bir odaya girdi. Odaya girdiğinde gördü ki orada bir kız vardı. Öyle güzel bir kızdı ki yaydığı ışık insanın gözlerini kamaştırıyordu. Kız, içeri gireni görür görmez hemen dimdik ayağa kalktı ve dedi ki:

-Buyur, Gülnar Hanım. Hoş gelmişsin. Sefa getirmişsin.

Gülnar, bu kızın kendisini nereden tanıdığını anlayamadı ve öylece şaşırıp kaldı. Kız, Gülnar Hanım’ın ne düşündüğünü anlayıp dedi:

-Gülnar Hanım, şaşırma ve yanlış bir şey anlama. Ben seni iyi tanıyorum. Sen İstanbul padişahının kızısın. Sen beni tanımıyorsun. Ama sen bana çok iyilikler yaptın. Ölene kadar onları unutamam.

Gülnar Hanım düşündü ama aklına gelmedi. O zaman kız dedi:

-Gülnar Hanım, biz üç kız kardeşiz ve periler padişahının kızlarıyız. Biz her cuma akşamı babamızın evine misafir olduğumuzda senin güzelliğini izlemek için gelip senin gölgeliğine konarız.

Gülnar gördü ki kız doğru diyor. Ama şimdiye kadar onları güvercin zannedermiş.

Kız, Gülnar Hanım’a yer hazırladı. Gülnar Hanım biraz dinlendikten sonra oraya gelme sebebini anlattı. Kız, biraz düşünüp dedi:

-Gülnar Hanım, biz üç kız kardeş, üç kardeş deve gelin olarak gitmiştik. Benim kocam en küçük kardeşti. Bunu bilemez. Bunu bilse bilse öbür kız kardeşlerimin kocaları bilir.

Bunu deyip ortanca kız kardeşine bir mektup yazdı, verdi Gülnar Hanım’a, yolu da ona tarif etti. Gülnar Hanım ata binip yola düştü. Üç gün üç gece at sürdükten sonra ortanca kız kardeşin kalesine vardı. Atını bir kenarıya bağlayıp yine kaleye su yolundan girdi. Mektubu vermeden ortanca kız kardeş, Gülnar Hanım’ı tanıdı. Oturup konuştular. Gülnar Hanım cebinden mektubu çıkarıp verdi. Kız durumu öğrenip onu odanın altındaki bodrumda gizledi. Kocası eve geldiğinde ona sordu:

-Ya bey, Kandahar padişahının oğlu Melik Memmed’den senin haberin var mıdır?

Dev, kızı çok severdi. İlk başta söylemek istemedi ama baktı ki kızın yüzü asık, yüreği el vermedi. Dedi ki:

-Onu benim büyük kardeşim çalıp, kaçırıp bir dağda tılsımla büyüledi.

Kız hangi dağda olduğunu öğrenmeye ne kadar çalışsa da dev söylemeyip bilmediğine dair yemin etti. Kız, durumu sabah Gülnar Hanım’a anlattı. O da öbür kız kardeşine bir mektup yazdı ve Gülnar’ı yolcu etti.

Gülnar gelip ulaştı üçüncü bacının kalesine. Görüştüler, konuştular, bu bacı dedi ki:

-Allah benim kocamın başını batırsın. Onun ağzından laf almak zor iştir.

Ama yine de Gülnar’ı bodrum katına gizleyip kocasının yolunu gözlemeye başladı. Gece dev geldi, gördü ki eşi keyifsiz bir şekilde oturuyor. Sordu:

-Ay kız, ne var, yine yüzünü asmışsın?

Kız yalvara yalvara ona dedi:

-Geçenlerde babamın yanına giderken Kandahar’dan geçtik. Bütün cemaat kara giymişti. Ne olduğunu sorduk, dediler ki padişahın on dörr yaşında bir oğlu varmış, kaybolmuş, şimdi öyle birden aklıma geldi. Sen bununla ilgili hiçbir şey bilmiyor musun?

Dev bunu işitince kızın ağzının üstüne bir tokat vurdu. Garez ne ki başınızı ağrıtayım, dev ne kadar sövse de dövse de kız el çekmedi, geri adım atmadı. En sonunda dev boynuna aldı ki Melik Memmed’i o kaçırmış ve Yedi Tepe Kalesi’nde tılsımlayıp saklamış.

Kız, durumu Gülnar Hanım’a haber verdi. Gülnar Hanım ona tılsımı ve bu tılsımın nasıl bozulacağını öğrenmesini söyledi. Bir de devin canının nerede olduğunu öğrenmesini istedi.

Dev, kıza dedi ki:

-Bu kalenin kapısında kırk dilde yazılmış taşlar var. Bu tılsımı bozmak isteyen bu taşların tamamını okumalı.

Ama kız ne kadar uğraşsa da dev kendi canının yerini söylememiş. Bir iki gün böyle geçti. En sonunda dev gördü ki kız vazgeçmeyecek, dedi:

-Evde bir el ağacı var, benim canım o el ağacında.

Kız durumu Gülnar’a haber verdi. Gülnar devin yalan söylediğini anladı. Onun canı ağaçta olamaz. Kıza dedi:

-O el ağacını temizle, güzel güzel süsle, beze.

Kız gelip el ağacını kırmızı ipeklerle sardı, evdeki en güzel yere koydu. Dev gelip bunu görünce sebebini kıza sordu. Kız dedi:

-Senin canın oradaydı ya, onun için böyle yaptım.

Dev gördü ki kız onun canına böyle hürmet ediyor, doğrusunu kıza söyledi. Canının Yedi Tepe Kalesi’ndeki bir büyük havuzun içindeki dört ak balıktan birinde olduğunu söyledi. Gülnar Hanım durumu tamamen öğrenip kaleye gitmeye karar verdi. Git ha git, git ha git, ulaştı Yedi Tepe Kalesi’ne. Gördü ki bir dar mağara var. Girdi mağaraya, biraz gitmişti, karşısına büyük bir kale kapısı çıktı. Baktı ki buradan içeri girmeye hiçbir yol yok. Kıyafetinin altına bağladığı kılıncını çıkartıp kapının kilidini kırdı. Girdi içeriye. Baktı ki büyük bir yerdi. Tam ortada bir büyük havuz vardı. Geldi gördü ki doğruydu, burada üç tane güzel ak balık vardı. Ne kadar uğraştıysa da bu balıkları tutamadı. En sonunda havuzun ağzını açıp suları bırakmaya başladı. Böylelikle balıkların ikisini tutup öldürdü, üçüncü balığı tutmak isterken bir de gördü ki gök titredi, yer titredi, bu dev haykıra haykıra geldi. Balığı hemen toprağa attı, kılıncını çekip onu ikiye böldü. Dev yarı yolda yıkılıp cehenneme gitti.

Gülnar Hanım bir yana geçip dağın eteğinde uçurum gibi bir yerde kırk dilde yazılmış taşların asılı durduğunu gördü. Gülnar Hanım dünyanın bütün ilmlerinden haberdardı. Başladı bunları bir bir okumaya. En sonunda sonuncu taşı okuyup bitirdiğinde dağ hareketlendi. Uçurum iyice yarıldı, girdi içeriye, Melik Memmed’in bir altın tahtın üstünde yattığını gördü, ama can çekişiyordu. Cebinden Kur’an’ı çıkarıp okumak istedi. Ama baktı ki tamamlayamayacak. Çünkü biliyordu ki böyle durumdaki insanları tılsımdan uyandırmak için tam kırk gün ara vermeden Kur’an okumak lazımdır. Bu yüzden de kapıyı önceki gibi bırakıp çıktı çöle. Biraz gittikten sonra karşısına bir kervan çıktı. Kervanda bir kız vardı. Gülnar üstündeki altınları verip o kızı aldı, gitti kaleye ve kıza durumu, başından sonuna kadar anlattı. Melik Memmed’in tahtının yanında başladı Kur’an okumaya. O, kendisi yorulduğunda kız onun kaldığı yerden okumaya devam ederdi ki arası kesilmesin. Çünkü o zaman batıl olurdu. Bu şekilde tam otuz dokuz gün, otuz dokuz gece okudular. Tam biterken Gülnar Hanım baktı ki kendisini tutamıyor, gözleri kapanıyor. En sonunda korktu ki birden uyku tutar ve batıl olur diye. Çaresizce kızı uyandırdı, Kur’an’ı ona verdi, kendisi uzandı ki biraz uyuyup dinlensin. Bu yatmakta olsun kırk günün sonunda Melik Memmed öksürmeye başladı. Gözünü açıp gördü ki başında bir kız oturmuş, Kur’an okuyor. Sordu:

-Sen kimsin?

Namert kız cevap verdi:

-Ben burada tam kırk gündür seni uyandırmak için gece gündüz Kur’an okuyup hatim indiriyorum.

Melik Memmed etrafına baktı. Yerde yatan biririsini gördü. Bu, Gülnar Hanım’dı. Kafasını koyup yatmıştı. Melik Memmed sordu:

-Peki burada yatan bu kişi kimdir?

O seni bu duruma koyan kişidir. Tam kırk gündür ben onunla mücadele ediyorum. En sonunda İsm-i Azam okuyup onu uykuya yatırdım.

Kız böyle sözlerle Melik Memmed’i aldatıp, götürüp kaçtı. Bunlar kaçmakta olsun, sana kimden haber vereyim, Gülnar Hanım’dan.

Gülnar Hanım bir vakit sonra ayıldı, bakıp gördü ki, bir vardı, bir yoktu, hiç kimse yoktu. O an anladı ki kız namert çıktı. Hemen hızlıca çıktı ki varıp durumu Melik Memmed’e anlatsın. Gördü ki onlar bir ses mesafesinde gidiyorlar. Arkalarından bağırdı, onlar dönüp baktılar. Melik Memmed kıza sordu:

-O kimdi?

Kız dedi:

-Aman, gel kaçalım, o seni kaçırıp getiren devdir. Şimdi de şekil değiştirip bize böyle görünüyor.

Zavallı Melik Memmed de buna inanıp başladı kaçmaya.

Gülnar kovdu, bunlar kaçtı, en sonunda Gülnar vardı ki bunlar Kandahar tarafına giden bir gemiye binerler. Gemi de yola çıkmak üzere doluydu. Gülnar ne kadar yalvarsa da gemici onu gemiye almadı. Namert kız, Gülnar’ı bu çölde bırakıp onun yari ile sarmaş dolaş çıkıp gitti.

Gülnar Hanım kaldı burada. Burası gemi limanı idi. Bir süre burada kaldıktan sonra bir gemiciye yalvar yakar edip gitmek için bir gemiye bindi. Kandahar’a kadar geminin hizmetçiliğini yapmayı da kabul etti. Gülnar, bu şekilde ulaştı Kandahar’a. Şehre girdi, yolda gidiyordu, gördü ki bir değirmenci at yerine kendisini değirmen taşına koşup çalışıyor. Bu değirmencinin yanına gelip dedi:

-Değirmenci kardeş, beni kızın olarak kabul eder misin?

Değirmenci dedi:

-Ay bala, bir karım var yedi de kızım, onların çöreğini, aşını bile zor çıkartırım. Seni ne yapacağım?

Gülnar dedi:

-Değirmenci kardeş, sen gel beni kızın olarak al. Ben sana güzel hayır getiririm. Ben çok güzel halı, kilim dokurum. Benim halılarım, kilimlerim çok para eder.

Uzun süre konuştuktan sonra değirmenci, Gülnar’ı götürdü evine. Bunlar burada kalmakta olsun, sana kimden haber diyeyim, Melik Memmed’e kızdan.

Bir haber çıktı ki Melik Memmed gelir. Padişahın gözü dünyayı görmedi. Şehri süsledi, atına atladı, çıktılar sarayın önüne. Melik Memmed’le kızı getirdiler şehre.

Melik Memmed durumu babasına anlattı. Babası gördü ki oğlunu kurtaran bu kızdır. Kıza dönüp dedi ki:

-Ay kız, benim derdimin çaresi sen olmuşsun, dile benden ne dilersen.

Kız dedi:

-Bana dünya malı lazım değil. Ben uykumda Melik Memmed’in şerbetini içtim. Beni bir nurani şahıs ona gelin eyledi. Benim onunla evlenmem lazım.

Kız, Melik Memmed’e layık değildi, ama kırk gün kırk gece düğün yapıp bunları evlendirdiler.

Gülnar Hanım değirmencinin evinde bu durumun tamamını öğrendi. Bir gün ona dedi ki:

-Ay baba, değirmen işletmekten bir şey çıkmaz. Sen bana bir az yün al, ben bir halı dokuyayım, götür sat.

Değirmenci gidip bir az yün aldı, halı yapmak için eşyalar aldı, getirdi. Verdi Gülnar Hanım’a. Gülnar Hanım başladı bir halı dokumaya. Kendisi de ta Lala’nın İstanbul’a geldiği günden beri başına gelenleri halıya nakşederek yazmaya başladı.

Bu burada dokumakta olsun, bir taraftan Melik Memmed düğün yapıp herkese dedi ki büyük küçük herkes toplansın, ellerine halı, halat filan alıp gitsinler ibadet etmeye bir ziyaretgaha. Bu şehirde de Oltu Lutu Abbas adında bir tellak vardı. Bunun insanlarla sık sık görüştüğünü herkes bilirdi. Kendisi de büyük büyük adamlarla otururdu. Melik Memmed’le de tanışmışlığı, görüşmüşlüğü vardı.

Bir gün tam da gün ortasında bunun aklına geldi ki gitsin Melik Memmed’in halini hatrını sorsun. Çıktı meydana ki bir halı alsın. Gördü ki bir yaşlı adam pzarda güzel bir halı satıyor. Ama halı da gerçekten güzel bir halı. İki gözü de oturup o halıyı izlemek istiyordu. Ama yaşlı adam halıya çok pahalı bir rakam söyledi. Bu sebeple hiç kimse halıyı satın almamıştı. Lutu Abbas düşündü ve dedi ki “Yav sen ölesen! Bu Melik Memmed’e layık bir şeydir, karısının odasına koyar.” Ama ne bilsin ki karısı kötü bir hortlağın tekiydi. Parasını verip bu halıyı aldı Abbas, düştü yola.

Geldi padişahın misafir taşının üstüne. Gelip haber verdiler ki Melik Memmed’e, Lutu Abbas konak taşının üstünde oturuyor.

Kapıyı açtılar, Lutu Abbas da geçti içeri. Geldi Melik Memmed’le görüştü. Halıyı oraya bırakıp biraz sohbet ettikten sonra çıktı, gitti. Sabah olduğunda müşterilerinin yanında anlatıyordu. “Gittim Melik Memmed’in yanına, elli tümene bir halı aldım. Ne bileyim, Melik Memmed bana dedi ki senin hediyen herkesin hediyesinden güzel.”

Bunu derken iki asker girdi dükkana:

-Lutu Abbas sen misin?

-Evet, benim.

-Dün o halıyı şehzadeye sen mi getirdin?

Lutu Abbas’ın dili tutuldu:

-Evet, ben getirdim.

-Şehzade hemen seni istiyor.

Abbas eli ayağı karışarak dedi:

-Meğer halı çalıntıymış, şimdi ben o yaşlı adamı nereden bulacağım?

Askerler Abbas’ı getirdiler Melik Memmed’in huzuruna. Melik Memmed dedi:

-Abbas, bu halının bir diğer tarafı daha var. Yerde de olsa gökte de olsa onu bulup bana getireceksin.

Lutu Abbas bunu duyunca rahatladı. Baş üstüne diyerek çıktı gitti. Meydana ulaştı. Gördü ki aynı yaşlı adam oradaydı ve yün alıyordu. Yakasından yapıştı adamın, dedi ki:

-Bu halının diğer tarafını hemen şimdi getirmen lazım!

Yaşlı adam dedi:

-Halının diğer yüzü var, ama uzak yerdedir, birkaç gün beklemen lazım.

Yaşlı adam gidip durumu Gülnar’a dedi. Gülnar da o gün ikinci halıyı yapmıştı. Ama halının üzerindeki hikâyeyi kasıtlı olarak bitirmemişti, yanında saklamıştı. Kırkıncı gün ona uyku etki etmişti, o yatmış, kız Kur’an okumaya başlamıştı. Gülnar dedi:

-Bu halıyı beş yüz tümenden aşağıya sakın verme.

Yaşlı adam da öyle yaptı. Lutu Abbas bir az itiraz etmek istedi, pazarlık yapmak istedi ama yaşlı adam:

-Çok öyle böyle yapıyorsun, satmıyorum sana.

Lutu Abbas çaresiz kalıp halıyı beş yüz tümene aldı. Götürdü, verdi Melik Memmed’e. Melik Memmed okuyup dedi:

-Abbas, birisi var, onu da getirmen lazım.

Gülnar Hanım’ın gecesi gündüzüne karışmıştı. Bu üçüncü halıda hikâye tamamlanıyordu. Halının üzerine yaşlı değirmencinin evinde kaldığını da yazmıştı.

Melik Memmed bu halıyı da okuduktan sonra durumu babasına arz etti. Hemen atlara bindiler, kızı getirmek için gittiler. Lutu Abbas da önde gitmekteydi. Ama ne yaparlarsa yapsınlar değirmenci dedi ki:

-Kızı vermiyorum!

-En sonunda değirmenciyi de getirdiler saraya.

Namert kızı bağladılar bir katırın kuyruğuna. Hemen düğün hazırlığına başladılar. Gülnar Hanım dedi:

-Olmaz, senin Lala’n orada, benim babamın sarayındadır. Önce oraya gitmemiz gerek.

Hemen atları hazırladılar, bindiler, büyük bir hızla ve kalabalık bir kervanla düştüler yola. İstanbul’a doğru yola çıktılar.

Bunlar gitmekte olsun, sana kimden haber vereyim, İstanbul padişahından. Onlar iki yıllık bir şart koymuşlardı ki Gülnar gelmezse Lala’yı öldüreceklerdi. İki yıl tamamlandı, padişah gördü ki yok, Gülnar gelmedi. Emir verdi ki Lala’yı assınlar.

Vezir, dünya görmüş, yaşlı, akıllı bir adamdı. Yeri öpüp padişahtan rica etti ki biraz daha beklesinler. Bu şekilde iki yıl daha beklediler. Dört yılın sonunda padişah dedi:

-Yok, astıracağım.

Vezir her ne kadar rica etse de padişah kulak asmadı. Meydan kurdular, padişah gazap elbiselerini giyip çıktı meydana. Lala’yı getirdiler. İpi boğazına geçirdiler. Tam o sırada doğu tarafından, Gülnar Hanım’ın gönderdiği, baştan ayağa toza bulanmış bir ulak geldi. Gülnar Hanım’dan bir mektup getirmişti. Atlandılar, çıktılar sarayın önüne, şehirden dışarı doğru. Baba ile kızın, Melik Memmed ile Lala’nın karşılaşmasını siz düşünün artık. Padişah hemen düşündü ve karar verdi ki kızımın düğününü burada yapmam lazım. Lala, padişaha dedi ki:

-Yok, teşekkürler, kendi memleketimizde olmamız lazım.

En sonunda vezir yeri öpüp dedi:

-Şimdi böyle oldu, kırk gün burada düğün yapalım, kırk gün de orada.

Öyle de oldu.

Onlar yediler, içtiler, yaşlandılar. Siz de yiyin, için, yaşlanın. Siz de sağ olun, ben de. Siz yaşayın, ben iki elli. Hangisi çoksa siz götürün, hangisi azsa bana kalsın.

 

Seçkin Sarpkaya

Seçkin SARPKAYA Türk Halk Bilimi alanında ulusal ve uluslararası makaleler yayınlamış, yurt içinde ve yurt dışında, çeşitli uluslararası kongre ve konferanslara katılıp Türkçe ve İngilizce bildiriler sunmuş, alanında ulusal ve uluslararası projelerde ve etkinliklerde görev almaktadır.

Henüz Yorum Yapılmamış

Yorum Yapın

Eposta adresiniz yayınlanmayacak.