İŞÇİ TOKUBEİ’NİN MACERALARI (Japon Masalı)
Bir varmış bir yokmuş, çok zengin bir tüccar varmış. O kadar zenginmiş ki krallığın en güçlü prensleri bile ondan borç alırlarmış. Tüm şehrin en büyük evi olan evinde en bulunmaz, en harika eşyaları saklarmış; sandıklar dolusu ağır ipekliler, dokunulduğunda parmaklar arasında ancak hissedilen ince kumaşlar, sayılamayacak kadar çok altın paralar… Tüccarın evinde yok yokmuş. Sofrasını en seçme yemekler şereflendirirmiş. Çay yapmak için, yarım günlük bir yoldan, temiz ve iyi bir pınardan her gün su getirtirmiş.
Aynı zamanda iyi yürekli, neşeli ve mutlu bir adammış. İşleri günden güne iyi gidiyormuş, öyle ki dünyada ondan daha mutlu bir adam olamazmış. Ama madalyonun bir de tersi vardır. Bu tüccarın gizli bir derdi varmış. Biricik oğlu Kiheici nasıl davranılacağını bilen, iyi eğitim görmüş, güzel bir oğlanmış. Ama her istediği yerine getirildiği, yüreğini kemiren herhangi bir hastalık belirtisi göstermediği halde, içine kapanıkmış ve kimseyle dostluk kurmazmış. Yaşıtı gençlerle dövüş seyretmeye arenaya, tiyatrolara gidermiş, babası istediğinde, arkadaşları ısrar ettiğinde, onlarla bir çay salonuna gider, güzel yemekler, nefis pirinç şarapları önünde biraz zaman geçirirmiş. Ama hiç gülümsemez, solgun yüzünde büyük bir sıkıntı okunurmuş. Şehrin en saygın yurttaşının oğlu olduğu ve hesabı hep o ödediği için gençler sık sık onu davet ederlermiş. Ama bir bahane uydurup gelemeyeceğini söylediğinde, memnun olurlarmış. Çünkü asık yüzü zevklerini kaçırırmış.
Baba, oğlunun bu durumundan ciddi bir biçimde kaygı duyuyormuş. “Ben ölünce işin başına geçtiğinde ne olacak! Kiheici hiçbir şeyle ilgilenmiyor. Asık yüzü bütün müşterileri kaçırtır. O zaman, babamın kurduğu iş ne olacak!” Zengin tüccar sık sık böyle düşünürmüş, oğlunda yaşama sevincini uyandırmak için ne yapacağını bilmiyormuş. Babası azarladığında, Kiheici kibarca dinler, onun tüm arzularını yerine getirirmiş ama bir türlü neşeli olamıyormuş.
Aynı semtte bir başka tüccar daha varmış. İşleri o kadar iyi gitmese de dürüst ve zeki bir adammış. Herkes ona saygı duyarmış. Sağlığı yerinde olduğu sürece ailesinin hiçbir eksiği olmamış. Basit bir yaşamları varmış ama memnunmuşlar; tek oğullarına iyi bir eğitim vermişler. Ama bir gün, tüccar hastalanmış ve kısa süre sonra toprağa verilmiş. Dul kadın iş dünyasından hiç anlamazmış. Tek oğlu Tokubei ile kısa süre sonra darlık çekmeye başlamışlar. Tokubei büyüyünce kendisini ve annesini geçindirmek için bir iş aramak zorunda kalmış. İş ararken zengin tüccarın yanına varmış. Tokubei çalışkan ve titizmiş. Yeteneklerini kanıtlamış, öyle ki zengin tüccar hesap kitaplarını ona bırakmış ve kısa süre sonra da onu ailesine sokmuş. Oğlunun ilgisini çektiğini, onunla dostluk kurduğunu gördükçe delikanlıya iyice bağlanıyormuş. Oğlu ünlü İz tapınaklarını ziyarete giderken yeni işçinin kendisine eşlik etmesini isteyince seve seve izin vermiş bu yüzden.
“Sonunda oğlum bir şeylere ilgi duymaya başladı; belki değişir”, demiş mutlu olan baba.
İki genç, Kiheci ve Tokubei yola koyulmuş. Yol onlara kısa gelmiş. Tokubei eğlendirici bir sürü öykü biliyormuş ve sık sık Kiheici’nin yüzü sıkılgan bir gülümsemeyle aydınlanıyormuş. Bazen o bile bir öykü anlatıyormuş. Bir akşam, yorucu bir günden sonra, köyün biraz dışında, yolun kıyısında güzel görünüşlü bir hana varmışlar.
“Geceyi burada geçirelim”, diye önermiş Kiheci. “İyi bir hana benziyor. Mutlaka iyi yemekleri, içkileri vardır. Şehre kadar sürünmenin ne gereği var! Yorgunluktan zor yürüyorum.”
Tokubie ona katılınca hana yaklaşmışlar. Onları kapının önünde yaşlı ve göbekli hancı karşılamış. Kiheici’nin zengin giysilerini görünce saygıda kusur etmemiş. “Beyefendiler zevk için yolculuk yapıyorlardır. Yoksa sizi bölgemize getiren bir iş yolculuğu mu? Sizin kadar ünlü konukları yoksul hanımızda ağırlamak bizim için ne büyük şeref!
Sizlere en iyi odalarımızı vereceğim. Memnun kalacaksınız mutlaka.”
Durmadan eğilerek bu sözleri bir çırpıda söylemiş, sonra konukları eve götürmüş. Orada onları hancının karısı karşılamış. Kocasından daha büyük bir saygı göstermiş. Merdivende önden giderek onlara odalarını göstermiş. Sonra yerlere kadar eğilerek izin istemiş. Akşam yemeğini hazırlamak istiyormuş.
Tokubei merakla çevresine bakınmış ve kapının üstünde şu yazıyı farketmiş: “Burada hiçbir yoksul uyumadı daha.”
Kiheici’yi dirseğiyle dürtmüş “Anla ne kadar seçkin bir hana adım attığımızı! Burası sadece zenginler içinmiş.”
“Bu kez aldandılar”, diyerek gülmüş Kiheici. “Sen yoksulsun ama buna karşın, en iyi odada uyuyacaksın.”
Güle oynaya akşam yemeğini yedikten sonra, birbirlerine iyi geceler dilemişler ve herkes kendi odasına gitmiş. Tokubei hafif örtülere sarılmış ama bütün yorgunluğuna karşın, bir türlü uyuyamıyormuş.
Yatakta dönüp duruyormuş. Gözkapakları gittikçe ağırlaşıyor ama uykusu bir türlü gelmiyormuş.
“Bu kadar lüks, bir yoksula göre değil. Kapının üzerindeki yazı yalan söylememiş”, demiş sonunda Tokubei.
Yatakta dönüp dururken ocakta bir şey kımıldıyor gibi gelmiş. Uyuyormuş gibi kımıltısızca beklemiş. Ama olanları dikkatle gözlemek için gözlerini kocaman açmış. Ocağın yanında küçük bir kadın eğilmiş bir şeyler yapıyormuş. Bir süre sonra, ocağı gidip gelen kadının hancının karısı olduğunu görmüş. Sanki bir tarlada çalışıyor gibi eğilip kalkıyormuş. Genç adam biraz daha gayret gösterince kadının küllere pirinç diktiğini görmüş. Daha beşe kadar saymadan filizlenip boy atmaya başlıyorlarmış. Çabucak büyüyerek başaklarla doluyorlarmış. Bir süre ocakta başka bir şey olmamış. Yalınızca başaklar olgunlaşıyormuş. İyice sararınca kadın onları kesmiş ve tahtadan bir döveçle dövmüş, sonra ağır ağır yoğurmuş. İşini tam bitirdiği sırada, gün ağarıyormuş. Horozun ilk ötüşüyle her şey ortadan kaybolmuş, ocakta küller varmış.
Tokubei gözlerini ovuşturmuş. “Demek uyudum! Düş görmüş olmalıyım!” Odaya bakmış. “Ama sanki gerçekmiş gibi her şeyi açık seçik gördüm”.
Kalkıp ocağı incelemiş. Dikkati çeken hiçbir şey görmemiş. Öyle, sıradan bir ocakmış! Sonra Tokubei aynaya bakmış. Uykusuzluktan solgun yüzünde kızarmış gözleri kendisine bakıyormuş.
“Düş görmüş olayım, olmayayım, farketmez. Burada bir şeyler açık değil”, diye karar vermiş ve dostunu uyarmak için yandaki odaya koşmuş.
“Sana vereceklerini sakın yeme”, demiş. “Özellikle de pirinç pastasını”. Sonra ona gördüklerini anlatmış.
Kiheici onunla eğlenmiş. “Ama bu çok aptalca! Ocağa pirinç dikeceksin ve aynı gece biçeceksin, olur mu öyle şey! Düş görmüş olmalısın. Sonuçta, böyle hanlarda uyumaya alışkın değilsin!”
Tokubei incinmiş: “Sana gözlerimle gördüklerimi söyledim. İster inan, ister inanma. Ama seni uyarıyorum; sakın pirinç pastası yeme.”
Az sonra, Kiheici kibarca kapısının çalındığını işitmiş. Kapı açılmış ve bir tepside konuğunun kahvaltısını taşıyan hanemin karısı içeri girmiş. Kiheici Tokubei’nin alınmış yüzünü anımsayınca gülümsemiş. İştahla pirinç pastalarına saldırmış. Birinciyi yemiş, hiçbir şey olmamış.
“Tokubei gerçekten çok garip düşler görmüş”, demiş kendi kendine. İkinci pastaya başlamış. Daha pastayı bitirir bitirmez odada Kiheci’nin yerinde kara bir at duruyormuş. Kahvaltısını getiren kadın kötü kötü gülmüş ve direnen atı hemen ahıra götürmüş.
Bu sırada Tokubei odasında oturuyormuş. Hancının karısının getirdiği yemeklere elini sürmemiş ve Kiheici’nin kendisini çağırmasını beklemiş. Yola çıkmaları gerekiyormuş.
Uzun zaman beklemiş, bir ses gelmeyince kalkıp dostunun odasına gitmiş. Ama Kiheici ortada yokmuş. Odada yalnızca üzerinde birazı yenmiş kahvaltıyla küçük bir masa varmış. Tokubei kaygıyla evden dışarı çıkmış. Tam o sırada hizmetçiler gözlerinden iri gözyaşları dökülen kara bir atı ahıra götürüyorlarmış. Tokubei korktuğunun gerçekleşmesinden kuşkulanmış.
Büyük bir öfkeyle koşup hancıyı bulmuş. “Dostuma ne yaptınız! Nerede o?” diye bağırmış hancıyı sarsarak.
“Bilmiyorum beyefendi hazretleri, bilmiyorum”, diye gevelemiş hancı.
O sırada, karısı yaklaşmış ve yapmacıklı bir gülümsemeyle “Kocama karşı neden sertsiniz! Neden kızdınız delikanlı? Genç beyefendiye kahvaltısını ben götürdüm. Büyük bir zevkle yediğine tanıklık edebilirim. Dostunuz sizden önce gitmiş ve sizi yolda bir yerlerde bekliyor olabilir. Hesap ödendi, dert etmeyin”.
Tokubei bu alaycı sözlere ne cevap vereceğini bilmiyormuş. Odasına dönüp çıkınını hazırlamış. Ama handan ayrılmadan önce, ahıra gitmiş ve bir sürü atın arasında bir yemliğe bağlanmış üzgün kara atı bulmuş.
Tokubei onu tatlılıkla okşamış ve “Sözümü dinlememen bak başına neler açtı!” demiş. “Yoluma yalnız devam edeceğim. Bilgelere sana nasıl yardım edebileceğimi soracağım.”
Böylece Tokubei yoluna yalnız devam etmiş. Yolculuk kolay olmamış; çünkü bütün para Kiheici’nin bavulundaymış ve hancıların eline geçmiş. Geçimini daha kolay sağlayacağını düşündüğü büyük şehirlere gitmekmiş niyeti. Belki onca insanın yaşadığı büyük şehirlerde dostunu kurtaracak birini bulma şansı da olabilirmiş.
Pazar yerlerinde dolaşmış, çay salonlarında çeşitli insanlarla konuşmuş, ünlü manastırları ziyaret etmiş, tanınmış tanınmamış keşişlere sormuş ama boşuna! Akıl danışabileceğini düşündüğü herkese başvurmuş, kara atı insan şekline döndürmenin bir çaresi olup olmadığını sormuş. Krallığın yarısını dolaşmış ama hiçbir şey öğrenememiş.
“Şehirlerde, manastırlarda bir başarı sağlayamadım. Ben de dağlara gideceğim. Belki oralarda bana yardım edebilecek bilge bir keşişle karşılaşabilirim.”
Şehirleri terkederek araştırmasını köylerde sürdürmüş; ama boş çaba! Kiheici ile yola çıktıklarından, handa yattıklarından beri, tam bir yıl geçmiş ama Tokubei dostunu nasıl kurtaracağını hâlâ bilmiyormuş. Bir köyün halkı, komşu bir köyde bilge bir keşişin olduğunu, belki kendisine bir yardımı olacağını söylediğinden dağlarda dolaşıyormuş. Tokubei’nin artık hiç umudu kalmamış ama hiçbir fırsatı değerlendirmeden edemiyormuş. Bu yüzden komşu köye gidiyormuş. Dağlarda iki gündür yolunu arıyormuş.
İçindeki son yiyeceğiyle çıkınını çayırların üstüne bırakıp yüksek bir noktadan yolunu daha iyi bulacağını düşünerek bir tepeye tırmanmış. Gerçekten de bir patika keşfetmiş. Ama patikayı izlemeden önce biraz dinlenmek ve bir şeyler yemek istiyormuş. Dağlarda daha ne kadar dolaşacağını bilmediğinden, az kalan azığına günlerdir dokunmamış. Artık yolunu bulduğuna göre, açlığını rahat rahat bastırabilirmiş. Ama çayırın üstündeki çıkınını boş bulunca çok şaşırmış. Çevresine bakınmış ve çıkınının bulunduğu yerde sakalındaki son kırıntıları silen gümüş saçlı bir yaşlı görmüş.
Yaşlı genç adamı farkedince hiç korkmamış; ona sevimli sevimli gülümsemiş. “Peksimetlerin iyiymiş”, demiş. “Çoktandır bu kadar nefis peksimet yememiştim. Senin gelmeni beklemeden yediğim için bana kızmadın ya! Biliyorsun, yaşlıyım, uzun zamandır hiçbir şey yemedim. Çıkınındaki peksimetleri görünce dayanamadım.”
Bu sözler üzerine Tokubei’nin öfkesi geçmiş.
“Ne yapalım! Beğendiğine sevindim. Köy uzak değil, orada kendime yiyecek bir şey bulabilirim.”
“Son yiyeceğini yiyen obur bir yaşlıya kızmadığına göre, iyi bir delikanlı olmalısın. Başka yiyeceğin olmadığını bilmiyordum. Seni bu dağlara getiren nedir? Seni daha önce hiç görmedim. Belki bir şey arıyorsun. Ne arıyorsan, söyle bana.”
“Çok teşekkürler, büyükbaba. En büyük şehirlerde, ünlü manastırlarda bana bir öğüt verecek kimse bulamadım. Sen bana nasıl yardım edebilirsin!” diye cevap vermiş Tokubei.
“Sen hele derdini bir söyle. İçtenlikle seni ödüllendirmek istiyorum. Ben sıradan bir yaşlı değilim, dağların ciniyim. Seni tanımadığım için, sınamak istedim.”
Tokubei sevinçten uçmuş. O zaman, dostunun başına gelenleri, neredeyse bir yıldır hancıların atı olarak yaşadığını anlatmış.
“Hım, hım..” diye düşünmüş dağlar cini. “Bu kolay olmayacak! Sana bir öğüt verebilirim. Ama çok sabırlı olman gerekiyor. Beni iyi dinle, hep doğuya doğru yürü. Batıdan doğuya doğru inen bir yamaçta büyük bir patlıcan tarlası buluncaya kadar yürü. Tarlayı bulunca her bitkiyi tek tek incelemen gerekecek. İçlerinden birinin yedi patlıcanı var. Onu bulacak, onları özenle toplayacak ve dostuna götüreceksin. Yedisini de arka arkaya çiğ olarak yediği zaman, büyü bozulacak.”
Öğüdünü bitirir bitirmez sanki toprak yutmuş gibi ortadan kaybolmuş. Tokubei şaşırarak çevresine bakınmış. Yalnızca boş çıkın düş görmediğini kanıtlıyormuş. Gerçekten dağların çiniyle konuşmuş. Çıkınını yerden almış, hafif bir şıngırtı duyunca şaşırmış. Çıkında birkaç altın varmış.
“Birkaç peksimete karşılık ne zengin ödül! En azından geçinme sıkıntım olmayacak”, demiş Tokubei sevinerek. Uzun ve zor yolculuğuna başlamış.
Şimdi dostuna yardım etmenin çaresini biliyormuş ama gerçekten kolay değilmiş. Önce dostunu iyileştirecek bitkiyi bulmak gerekiyormuş.
Hep doğuya doğru yürüyormuş. Büyük, küçük, batıdan doğuya doğru inen yamaçlarda bir sürü patlıcan tarlasına rastlıyormuş. Diz çöküp yedi patlıcanı olan bitkiyi bulmak için patlıcanları tek tek inceliyormuş. Tarlanın birini inceler incelemez ötekine geçiyormuş. Dört, hatta beş patlıcanlı birkaç bitkiye rastlamış. Bir keresinde hedefine ulaştığını bile sanmış. Bir, iki, üç, dört, beş… diye sayıyormuş. Sonra düş kırıklığıyla kalkmış; hepsi altı taneymiş.
Yorgunluktan bitkinmiş, eğilip kalkmaktan sırtı ağrıyormuş. İster kapalı, ister açık olsun, gözlerinin önünde hep patlıcanları görüyormuş. Ama hep ilerliyor, bir tarladan ötekine geçiyormuş. Bitkileri yeniden inceliyormuş. Sonunda bir tarlanın doğu ucunda çok patlıcanı olan bir bitkiye rastlamış. Başlamış saymaya… beş, altı, yedi!
Her yanına bir canlılık gelmiş. Yedi patlıcanı çıkınına yerleştirmiş ve hanın yolunu tutmuş. Neşeyle yürüyormuş. Yakında dostunun acısı son bulacakmış. Basit bir yemek karşılığında kendisine iyi bir öğüt veren, üstelik para bırakan dağların cinine karşı borçluluk duyuyormuş.
Altın paralar aklına bir fikir getirmiş. Hana yaklaşmadan kalan parasıyla komşu şehirden kendisine zengin bir kimono satın almış ve zengin bir aileden bir gencin yolculuk için ihtiyacı olan her şeyi kiralamış. Sonra, gururla ve ağır adımlarla hana doğru yürümüş.
Şatafatlı giyinmiş genç adamı görünce hancılar saygıyla onu karşılamaya gelmişler.
“Çok uzun yoldan, İz tapınaklarından geliyorum”, demiş Tokubei. “Yorgunum ve geceyi hanınızda geçirmek istiyorum. Umarım, bana göre bir odanız vardır.”
“Ooo, beyzadem, hanımızda hep sizin gibi saygıdeğer beyler yatarlar. Size en iyi odamızı vereceğiz. Çok memnun kalacaksınız.”
Yerlere kadar eğilerek Tokubei’yi eve götürmüşler. Kibirli genç adam birbirlerine yaptıkları göz işaretini farketmemiş olmalıymış. “Ne av!” demek istiyorlarmış.
Tokubei’yi bir yıl önce zavallı Kiheici’nin kaldığı odaya götürmüşler. Sonra, yerlere kadar eğilerek soylu konuklarına banyo hazırlamak üzere uzaklaşmışlar.
Hancılar odadan çıkar çıkmaz Tokubei arkadaşını aramak için gizlice ahıra sızmış. Onu bir köşede zayıflamış, her yeri kanlı çiziklerle kaplı durumda bulmuş. Açlık ve ağır işler altında öyle ezilmiş ki yemliğin önünde her şeye karşı ilgisiz ve duyarsız, öylece duruyormuş. İçeriye kimin girdiğini görmek için başını bile çevirmemiş. Tokubei yanına yaklaşıp yelelerini okşamış ve “Artık üzülme”, demiş. “Seni insan biçimine döndürecek çareyi getirdim. “Kimonosunun yenlerine sakladığı çıkınından ilk patlıcanı çıkarmış ve kara ata uzatmış.
“Eski haline dönmen için, işte bunu yemen gerekiyor.”
At birinci patlıcanı yemiş, sonra ikincisini, sonra üçüncüsünü. Dördüncüsünü zar zor yemiş, sonra beşincisini yemek istememiş.
Tokubei kızmış: “Seninle işimiz var! Anlaşılan at olmaktan hoşlanıyorsun! Pekâlâ, sen bilirsin! Eğer daha yemezsen, at olarak kalırsın.”
Kiheici’yi yazgısıyla başbaşa bırakıp gitmekle korkutunca yedi patlıcanı sonunda yedirmeyi başarmış. Son lokmayı yutar yutmaz yemliğin önünde, kara atın bulunduğu yerde Kiheici duruyormuş. Ama çok zayıf ve solgunmuş.
Tokubei onu çözmüş ve “Şimdilik yandaki ormanda saklan. Benim hancılarla görülecek bir hesabım var”, demiş.
Tokubei odasına dönmüş ve kendisine mükemmel bir akşam yemeği hazırlatmış. Hatta, yolculuğu sırasında satın aldığını ileri sürdüğü harika pirinç pastalarının tadına bakmaları için hancıları da yemeği paylaşmaya davet etmiş. İkisi de daveti kabul edip yerlere kadar eğilerek teşekkür etmiş. Bu onlar için büyük bir onurmuş. Onlara görünmeden davetine teşekkür etmek için genç adama getirdikleri pirinç pastalarını şehirden satın aldığı sıradan pirinç pastalarıyla değiştirmiş.
Tokubei’nin kendilerine sunduğu pirinç pastalarını iştahla yemişler ama ikinci pastayı bitirir bitirmez at haline gelmişler. Kişnemişler şaha kalkmışlar, ama boşuna! Tokubei hizmetçileri çağırmış ve atları ahıra götürmelerini söylemiş. Sonra, ormana gidip Kiheici’yi bulmuş. İki dost iyi bir gece geçirmiş. Ertesi gün, hancıların mallarını ve iki atı satmışlar. Tokubei kiraladığı eşyaları geri vermiş, dönüş yolculuğu için kendisi ve Kiheici için gerekli şeyleri satın almış. Artık onları hiçbir şey durduramazmış.
Zengin tüccar oğluna sarılmış, çok mutluymuş. Ne endişeler çekmiş. Yalnız o değil, Tokubei’nin anası, zavallı dul kadın delikanlıların dönmesi uzayınca nasıl da üzülmüş! Tüccar her yana haberciler salmış. Ama hiçbir şey öğrenememişler. İz’e varmış olmazlarmış; çünkü tapınaklar şehrinde kimse onları görmemiş. Artık oğlundan umudunu kesmiş, yasını tutmaya başlamış. Zavallı dul kadın günlerce, gecelerce gözünü yummamış. Artık sağ salim karşılarında duruyorlarmış ve sevinçlerinin sınırı yokmuş. Tokubei ve Kiheici başlarına gelenleri anlatmışlar. Tüccar, Tokubei’nin gösterdiği bağlılığı öğrenince mallarını iki eşit parçaya bölmüş ve birini Tokubei’ye vermiş.
“Sen olmasan, bugün oğlum olmayacaktı. Malım ikinize de yeter.”
O günden sonra, ikisi de mutlu yaşamış. Ama Kiheici de büyük değişme olmuş. Tanınmayacak kadar değişmiş. Artık yaşamaktan tat almaya başlamış. Zenginliğinden ve dostlarından zevk alıyormuş. Ama zor koşullarda çalışmanın ne olduğunu da öğrenmiş.
JAPON MASALLARI
(Contes de Japonais)
Çeviren: Temel Keşoğlu
Doruk Yayımcılık
Ankara-2000