Gece Masalcısı, Malula’dan Masallar, Sineksağan ve daha bir çok masal gibi kitaba imza atan Rafik Schami’nin bütün kitapları masal diyarlarına kapı açıyor. Gece Masalcısı’nda bizi Suriye’de bir arabacının anlattığı masallarla karşıladı Rafik Schami. 1994 yılında Herman Hesse Ödülünü alan usta masalcı Schami bu sefer bizi Morgana’da misafir ediyor. Masallarla olan yolculuğumda Sadık gibi usta bir anlatıcıyla tanışmak mutluluk verdi bana.
“Bana çok zor yerine getirilebilecek basit bir istek söyle!” “Madam, öteki dünyayı saymazsak, Doğu’nun bu sirk gibi olmasını isterdim. Buradaki Hint Sirki’nde, ondan fazla halk on beş yıldır barış içinde yaşıyor. Tartışıyor ve barışıyorlar, ağlıyorlar, gülüyor ve birlikte çalışıyorlar. Ben de burada, Doğu’da bizim için de aynı şeyi diliyorum. Doğu çok büyük olduğu için yeterince yerimiz var, ama kalbimiz dar. Bu hep böyle değildi ve neden böyle olduğununsa uzun bir öyküsü vardır.”
Kitabın konusuna gelecek olursak.
Sadık, Morgana’da yaşayan herkes gibi bir çocuk. Morgana farklı inançlara ve kültürlere ev sahipliği yapan fakir bir Arap şehri. Bir gün Morgana’ya bir Hint sirki gelir. Yoksul şehir için tüm hayatın acılarından ve gerçeklerin gaddarlığından kaçmak adına bir macera başlar. Gün be gün giderek yaşanması zor olan şehir Hint sirki için yeni bir liman olur. Sadık ise hasbelkader sirkte anlatıcı olarak işe başlar. Her gece ailesinden birini hayvanlar aleminden bir hayvan seçerek öykülerine konu eder. Günler geçtikçe ve biz Sadık ile Morgana’yı tanıdıkca doğrular yalan, yalanlar ise doğru olmaya ve bir masalın hayal perdelerini aralamaya başlarız artık. O zamandan sonra Sadık’ın binbir yalanı bizim doğrularımızdan daha da doğru olmaya başlar.
Kitapla ilgili çok uzun uzadıya bir şeyler yazmak yerine sizi kitaptan beni çok etkileyen cümlelerle baş başa bıraksam daha iyi olacak sanırım. Sonrasında zaten kitabı bulup okumayı hatta benim gibi üst üste iki kere okumayı isteyeceğinizi düşünüyorum.
Kitabı okuyanlar olduysa yada okuyacaklar olursa benimle iletişime geçip fikirlerini dinlemek de isterim aslında. Lafı uzatmadan Morgana’ya gelmiş en büyük sirkin dünyaca ünlü masalcısı Sadık’ı buraya çağırıyorum.
“Sayın devlet başkanımız, saygıdeğer Bayan Hadahek, sevgili Daniel amca, bayanlar ve baylar,” diyerek başladım ve isimleriyle hitap edilmek isteyen bakanların beklenti dolu bakışlarını gördüm. “Bugün anlatacaklarımın hepsi ilk kelimesinden başlayarak tümüyle yalandır!”
“En çılgın alevler bile zamanla zararsız küllere dönüşür.”
“Bir süredir dünyadaki tüm oyunlar birbirine benziyor; oyunların kuralları ne zaman içinde ne de ülkenin geleneklerine göre değişiyor. Futbol artık İsveç’te de aynı şekilde oynanıyor, Tanzanya’da da. Ama benim çocukluğumda böyle değildi. O zamanlar futbol her mahallede farklı oynanırdı.”
“Tilkiler ve çakallar yeniden doğuşa inanmayı tavuklara bırakırlar.”
“Kendini kandırma üzerine bir başka bir öyküyü de bir gün bir sinekten dinlemiştim,” diyerek kısa öykülerime devam ettim. “Sinek istediğinde filin kafasına pisleyebildiği, krallara özgü yastıklarda uyuduğu ve hatta bir kamyon şoförü kafasını kaşırken direksiyonu hep o tuttuğu için kendisini güçlü zannediyormuş. Ne yazık ki sineğin öyküsünün devamını dinleyemedim, çünkü bir kurbağanın dili onu bir anda kapıverdi.”
“Masal anlatmanın Arabistan’da gerçeğe uzanan köprü olduğu düşünülür.”
“İyi yalan söylemek zekâ ister, doğruyu ise her budala söyleyebilir.”
“Bu da sirkin özelliklerinden biridir: Kolay olanı zor, zor olanı kolay göstermek”
“Mektuplar çoğunlukla yanılgıya düşürür, bazı insanlar kendi parmaklarıyla kendi ruhlarını değil, olmak istedikleri büyüleyici insanı yazar.”
“Büyükannem her zaman doğranmış patlıcanların üzerine tuz serperek bir süre terlemeye bırakır ve daha sonra kurulayarak onları kızartırdı. Büyükanneme, “Patlıcanları niçin tuzluyorsun?” diye sormuştum. “Çünkü o zaman patlıcan ağlar, insanlar gibi onun da gözyaşlarıyla acısı hafifler,” diye yanıtlamıştı.”
“Ölüm tüm zamanların en korkunç şeyi olmuştur. Eski Mısırlılar ilaçlarla onu yenmeye çalıştı. O olağanüstü mumyalarıyla farkında olmadan ulaştıkları şey, ölümün yenilmezliğinin de kanıtı oldu aslında.”
“O gün güneşi kırlarda gezintiye çıkardım ve ancak renklerin annesi uyumaya gittiğinde geri döndüm.”
“Hayvanlar yalnızca iki şeyi yapamaz: Kendilerine yalan söylemek ve bir banka kurmak; bunların dışında her şeyi yapmaya yetenekleri vardır.”
“Mizah, doğası gereği bir haindir, insanın ona en çok ihtiyacı olduğu zamanda bırakıp gider. Espri yeteneği de doğası gereği utangaçtır; insan onu ne kadar ortaya çıkarmak istese o, o kadar çok gizlenir.”
Bu kadar güzel alıntıdan sonra bir masal paylaşmamak da çok eksik bırakırdı bu yazıyı. Rafik Schami bize bizi anlatmış yaşadığımız dünyayı gerçek ile hayal arasında ironi ile birlikte dile getirmiş.
Aklınızda bulunsun “güvercinin yanlış tanınmasının ardındaki sır burada ve şimdi ortaya çıkacak. Kavgacı güvercin çok sahtekârca yollardan geçerek barışın simgesi olmuştur. Belki de dünyada barışın böylesine acınacak halde olmasının nedeni de budur.”
Bir zamanlar birbirine yakın iki dağa çekilmiş yaşayan iki bilge varmış. Zor şartlar altında ve yoksunluk içinde geçen bir münzevi hayatı sürdürüyorlarmış. Yılda bir kez birbirlerini ziyaret eder ve tüm bir gün boyunca günah işlerlermiş. Aslında günahları zararsızmış, çünkü kimsenin ruhuna zarar vermiyorlarmış; o gün çok yemek yiyor, çok miktarda şarap içiyor, kaba saba şarkılar söylüyor ve ağır küfürler ediyorlarmış. Böylece, vazgeçtikleri şeyleri yılda bir kez hafızalarında yeniden canlandırmış olurlarmış. Belki de Tanrı’ya yılın kalan üç yüz altmış dört gününde onu ne kadar çok sevdiklerini göstermek istiyorlarmış. Nasıl olduysa bir gün insanın ruhunun aslında iyi mi, yoksa kötü mü olduğu üzerine tartışmaya başlamışlar. Aslında ilk kez tartışmıyorlarmış. Bir yıl önce de insan için mutluluğun mu, yoksa aklın mı daha faydalı olduğunu tartışmışlar, ama bu ayrı bir öyküdür. Dediğim gibi, insan ruhunun, derinliklerinde iyi mi, kötü mü olduğunu tartışmışlar. Tartışma uzun sürmüş, mutluluk ve akılla ilgili sorundan farklı olarak bu konuda bilim adamları, peygamberler ve bilgelerin düşünceleri de çok az yardımcı olabilmiş. Onların ıssız mekânlarına insanlar çok nadiren uğradığı için dünyaya inmeye ve insanın iyi mi, yoksa kötü bir canlı mı olduğunu deneyerek anlamaya karar vermişler. Ertesi yıl aynı yer ve aynı saatte buluşmayı kararlaştırmışlar. Keşişler birbirinden ayrılmış. – anlatmaya devam edeyim mi?” diye sordum, çünkü öykü hatırladığımdan daha uzun sürecekti. Cüsseli, yaşlıca bir adam derin sesiyle, “Elbette, kuzenin Halil biraz bekleyebilir. Peki ya bu ikisine ne oldu?” diye sordu. “Pekâlâ, insanların iyi varlıklar olduğunu düşünen keşiş,” diyerek öyküyü anlatmaya devam ettim, bu arada seyirciler de alkışlayarak yaşlı adamın fikrine katıldıklarını gösteriyordu, “doğuya giderek insan sevgisi üzerine vaazlar vermiş, ama insanlar suratına tükürüp onu hapse atmışlar ve hayvan gibi davranarak aşağılamışlar, ama o gönlünde insanları sevmekten asla vazgeçmemiş. Serbest bırakılır bırakılmaz sevgi ve içtenlik üzerine vaazlar vermiş, ancak başkalarının alaylarına ve tokatlarına maruz kalmış. Üç kere hapse atılmasının ardından akıl hastanesine gönderilmiş ve orada yarım ve acı dolu bir yıl geçirmiş. Kararlaştırdıkları buluşma tarihinden bir hafta önce bırakıldığı için mutluymuş ve hemen dağlara koşmuş. İki keşişin birbirlerini görmekten dolayı duydukları mutluluk o kadar büyükmüş ki, sözlerle anlatmak mümkün değil. İnsanların kötü olduğunu düşünen ve onları iki ayaklı hayvanlar olarak gören keşiş sağlıkla pırıl pırıl parlıyormuş; büyük bir çuvalı açarak masanın üzerine şarap, domuz eti ve büyük bir parça peynir koymuş. İkinci çuvaldan da iki leziz ekmek, domates ve salatalık çıkmış. ‘Haklıymışsın,’ demiş, bu arada arkadaşı açlıktan bitkin düşmüş bir halde, peynir ve etten aldığı kocaman lokmaları yuvarlıyormuş, ‘insanların kötü olduğunu düşündüğüm için o kadar utanıyorum ki. Biz ayrıldıktan sonra hemen batıya doğru gittim. Birçok ülke gezdim ve gerçek yüzlerini göstersinler diye insanlara küfrettim, ancak onlar bana hep daha da cana yakın davrandılar ya da korkarak benden çekindiler. Bir gün bir şehrin kapısından girdim ve yanımdan geçenlerin yüzüne, ‘Hırsızlar, İşe yaramazlar, sefil köpekler!’ diye bağırdım. Dayak yemek veya tekmelenmek yerine
alkışlandım. ‘Nihayet biri geldi de, gerçekleri söyledi,’ diye karşılık verip beni krala götürdüler. Kral, ‘Benden ne istersin, büyük kâhin?’ diye sordu. ‘Bir eşekten beklediğimden daha fazlasını beklemiyorum senden!’ dedim. Bu şehirde insanların eşeklere dua ettiğini bilmiyordum. Etkilenen kral, ‘Gerçekten mi?’ diye sordu. ‘Bir eşek, bir eşeğin oğlusun sen!’ diye bağırdım, çünkü insanların öfkesinin en son sınırını ortaya çıkarmak istiyordum. ‘Aman Tanrım! Onu altınlara boğun!’ diye bağırdı. Bana umutsuzluk içinde, ‘Peki mutluluğu nerede bulacağım?’ diye sordu. ‘Dünyanın kıçında!’ diye yanıtladım; bu ülkenin uzak bir köşesinde bu adda bir şehir olduğunu bilmiyordum. Bildiğin gibi bu dünyada çok delice isimler de var. Böylece kral adamlarını yolladı, kralın mutluluğunu aramak için yeri kazdılar ve büyük bir altın ve mücevher hazinesi buldular. Beni omuzlarında taşıdılar, ama ben dağlara ait olduğumu hissediyordum ve senin haklı olduğunu söylemek için buradayım.’ ‘Haklı olduğumu mu?’ demiş diğeri şaşkınlık içinde kalarak ve şaraptan koca bir yudum almış, ‘insan dünyanın en dönek, en lanet ve en nankör yaratığı,’ diye söylenmiş ve iki keşiş yine anlaşamamışlar. O gün yine günah işleyip bir yıl sonra tekrar karşılaşmak umuduyla ayrılmışlar.”
Podcast: Play in new window | Download
Subscribe: RSS