Suriyeli Yazar Rafik Schami’nin Gece Masalcısı Kitabından Kayan Yıldızlar Üzerine Bir Masal:
‘Birbirini seven iki yıldız, biri elmas gibi parlak, öbürüyse alev kırmızısı. Bunlar hep birbirini takip eder. Bazen elmas gibi parlayanı, bazen de alev kırmızısı olanı önüne geçer. Bir araya geldiklerinde gökten binlerce inci yere düşer. Bu anı yakalayıp elini uzattın mı, bir inci de senin avucuna iner. Ama bu inci sende kalamaz. Açık avuçla üç kez bir daire çizerek dans eder, sonra da o inciyi havaya fırlatırsan, ömrünün sonuna kadar mutlu yaşarsın.’ Dedi bana eski bir masalcı.
‘Peki, yıldızlar niye çarpışır ki?’ diye sordum.
‘Bu uzun bir öykü,’ diye yanıtladı. ‘Ama sana nasıl anlatsam ki? O zaman o anı kaçıracağım. Ama ben sana bu harika aşkı anlatırken sen hep gökyüzüne bakıp, iki yıldız birbirine çarptığı anda elimi uzatabilmem için bana haber vereceğine söz verirsen ben de sana yıldızlardan söz ederim.’
Ben, yıldızları izleyeceğime söz verdim; o da başladı masalını anlatmaya:
‘ Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir çiftçi vardı. Sesi de çok güzeldi. Ne zaman şarkı söylese dinleyenler ağlar ya da gülerdi. Ne zaman bir öykü anlatsa herkes ona kulak kabartırdı ve tüm üzüntüsünü unuturdu. Ünlü olan yalnızca sesi değildi; şarkı söylerken ya da bir öykü anlatırken sözcükleri o denli iyi kullanırdı ki, dinleyenler rüzgârı, kervanları ve gülleri hep onun sözlerinde yaşardı.
Çiftçi çok fakirdi, ama köyün en güzel kadınını bile sesiyle büyülemesini bildi. Seher – kadının adı buydu- bu adama ilk görüşte aşık oldu. Tüm zengin çiftçilerin evlenme teklifini geri çevirdi. Yaşlı bir tüccar ona düğün armağanı olarak ağırlığınca altın vaat ettiği halde razı olmadı. ‘Zengin tüccarla evlenip, bir yandan midemi her gün kızarmış ceylan etiyle dolduracağıma, ayrıca onun ağız kokusunu ve horlamasını çekeceğime fakir çiftçinin peynir ekmeğini yer, o güzel sesini dinlerim daha iyi’ dedi. Bunun üzerine ana baba, kızlarının sevdiği adamla evlenmesine razı oldular. Böyle bir talih kuşu herkesin başına konmaz!
Çiftçi zengin olabilmek için elini ardına koymadı. Ne var ki doğuştan talihsiz bir adamdı o. Ne iş yaptıysa eline yüzüne bulaştırdı. Eli altın tutsa, samanlıktaki demire dönüşüyordu. Böylesini Allah kimseye göstermesin! Ama herkes onun sesini kıskanmaktaydı.
‘Ah, o ses bende olsa, bu uğurda tarlalarımı feda ederdim,’ derdi köyün en yaşlısı.
Başka bir çiftçiyse: ‘Allah bana şu köhne ses yerine senin o sihirli gırtlağının bir parçacığını vermiş olsa, tüm koyun sürümü sana bağışlardım,’ diye yakınırdı.
Neyse, böylece yıllar geçti ve çiftçi git gide fakirleşti. Ve bir yaz, buğday başakları boş çıktığında, dayanamayıp tanrıya lanet okudu. Kıtlık, varını yoğunu elinden aldı. Öylesine borçlandı ki, yatağına varıncaya kadar nesi var nesi yok hepsini sattı. Karısı: ‘Yük dolabı hala duruyor ya! Yerde yatacağımıza içine gireriz diye onu teselli etti.’
Ellerindeki para onları iki hafta bile idare etmezdi. Çiftçinin talihsizliğini bilmeyen yoktu; hala eskisi kadar güzel şarkı söyleyip masal anlattığı halde kimse onu düğünlere davet etmedi. Onun –uğursuz eli, yeni evlilere de mutsuzluk getirir diye korkuyorlardı.
Karısı Seher ne zaman köye su almaya gitse alaya alındı. ‘Onun sesiyle kışın ısınabiliyor musun bari? Karnın acıkınca bu sesi tavada mı kızartıyorsun, yoksa haşlıyor musun?’ diye zavallı kadının arkasından bağırıştılar. Seher acı acı gözyaşı döktü; ama eve döner dönmez hep güler yüz göstererek kocasını umutlandırdı. Ancak, onun üzüntüsünün farkına varan kocasının yüreği paralandı.
Adam bir gün, hem kendisi hem de karısı için biraz darı almak niyetiyle, hava çok soğuk olduğu halde ceketini satmaya kalkıştı. Ama u eski ceketi kimse satın almak istemedi. Çiftçi eve eli boş dönmeye utandı. En yakın ormana koşup ruhundaki acıyı haykırarak söküp atmaya çalıştı: ‘Develer kadar sabrettim! Tüm meleklere, bana yardım ermeleri için yalvardımsa da hepsi acımasızca kulaklarını tıkadı. Ey, Kötülüklerin Şeytanı! Söylesene, hala benden ne istiyorsun?’
‘Sesini istiyorum! Diye bir cevap geldi ormandan. Zavallı çiftçinin vücudu buz gibi oldu, eli ayağı titremeye başladı. Arkasına dönünce üzerinde pırıl pırıl parlayan bir pelerin olan bir adam gördü.
‘Sesini satın alacağım, karşılığında tüketemeyeceğin kadar altının olacak!’
‘Bir haftalığına karımla benim karnımızı doyur, sesim senin olsun! Çünkü sesimi, yani bu sesi artık kimse işitmek istemiyor,’ diye yakındı çiftçi.
‘Sen beni yanlış anladın. Ben senin sadece o güzel sesini değil, dilini de satın alacağım. Öyle ki, artık elinle de gözünle de derdini anlatamayacaksın. Karşılığında şu altın lira senin olacak; bunu harcaya harcaya bitiremezsin. Elinden çıktığı anda bir yerine bir yenisini doğuracak. Ömrün boyunca tüketemeyeceksin.’ Bunları söyleyen adamın gözleri kor ateşi gibi parlamaktaydı.
‘Olsun, bu işe razıyım!’ diye bağırdı çiftçi. Beriki yani Şeytan, yaklaşarak pelerinini onun üzerine attı; zavallı çiftçi ne olduğunu anlamadan kendini bir girdabın içinde buldu. Sırtındaki pelerin gitgide ağırlaştı; öyle ki, bu ağırlığa dayanamayan çiftçi diz çökmek zorunda kaldı. Bir yere tutunmak istediyse de elleri, adamın üzerinden – tıpkı bir mermer sütundaki gibi – kayıverdi. Etrafa çürük bir koku yayıldı. Çiftçi öksürmeye başladı; kendini hançer yutmuş gibi hissetti, derken düşüp bayıldı.
Kendine geldiğinde ormanın soğuk zemininde yatmaktaydı. Elinde bir altın lira vardı. Hemen eve koştu. Karısı onun soluk yüzünü görünce çok korktu. ‘Sana ne oldu şekerim?’
Çiftçi yorgun argın mindere oturdu ve elindeki altın lirayı karısına uzattı. Karısının sevinçten gözleri parladı. Parayı kaptığı gibi dışarı koştu. Ama o daha odayı terk etmeden çiftçi, yumruk yaptığı elinde yeni bir altın liranın soğukluğunu hissetti. Yavaşça yumruğunu açtı; avucunun içinde ikinci altın lirayı gördü.
Karısı hemen kasaba koştu, sonra manava, sonra da fırına uğradı. Dünyanın şeyini sipariş ettiği halde hepsi birkaç gümüş para tuttu. Başı dik olarak marangoza gitti ve meşeden yapılmış en pahalı karyolayı ısmarladı. Kocasına yeni ve sıcak tutan bir ceket, kendisine de uzun süredir arzuladığı renkli bir entari satın aldı. Eşya dolu sepetli eve kadar çocuklara taşıttı. Oğlanlar da buna karşılık aldıkları birkaç kuruşluk bahşiş nedeniyle sevinçten havalara uçtu. Tüm bunlar bir altın lira tuttu. O zamanlar beş altın liraya bir ev satın alınabilirdi.
Altı lira haberi köyde bir anda yayıldı. Bazıları çiftçinin sesiyle bir periyi büyülediğini, perinin ona bir hazine bahşettiğini ileri sürdü. Bazılarıysa çiftçinin soygun yaptığını söyledi. Oysa hiç kimse, hatta çiftçinin kendisi bile, bu servetin nere mal olduğunun farkında değildi.
Neyse, Seher eve döndüğünde kocasının konuşmak bir yana, eliyle bile en ufak bir imada bulunamadığını gördü. Adam, karısının eve getirdiği bunca güzel şey karşısında en ufak bir sevinç gösterisinde bile bulunmadı. Hepsine ölü gibi donuk gözlerle bakıp durdu.
Adam ertesi sabah avucunu uzattı: İçinden yine bir altın lira çıktı. Daha başka bir şey yapamadı. Karısı karşısına geçmiş fal taşı gibi açılmış gözlerle kocasının eline bakmaktaydı; avucundan aldığı lirayı masanın üzerine koyar koymaz adamın elinde ikinci bir lira peydahlandı. Böylece adam, avucundan yüzlerce lira çıkardı. Ama gülemiyordu bile. Çünkü gülmek de bir tür meram anlatmaktır; hem de tanrısal bir anlatıştır bu! Eskiden en nefis melodileri üflediği flütünden de tek bir nota çıkaramaz oldu.
Adam eline bir kağıt aldı; karısına tüm olanları resimlerle çizmek istedi ama eli artık iradesinden çıkmıştı. Eğri büğrü, anlamsız çizgiler çizebildi; ancak kurnaz Seher, bunun şeytan resmi olduğunu anlayıverdi.
“Üzülme, ciğerim,” diye kocasını avuttu: “Ben senin dilin olurum; dünyadaki tüm hekimleri elekten geçirip en iyisini sana bulur getiririm,” dedi.
Kadın, eline geçen parayla ancak rüyalarda görebileceğiniz bir saray yaptırdı. Sevgili kocasını eğlendirmeleri için ir sürü hizmetçi, saray soytarısı ve mızıkacı tuttu. Ahırını saf kan Arap atlarıyla doldurdu. Bahçesinin üstünde uçan şeyler kırlangıç değil de melek olmuş olsaydı, burasını cennet sanırdınız.
Kadı, bitmez tükenmez altın sayesinde adeta bir cennet kurdu; beriki ise, sanki bir başka dünyadaymış gibi solgun bir yüzle mutsuz mutsuz dolaşıp durdu.
Kadın dünyanın dört bir yanına elçiler göndererek kocasını iyileştirebilecek tüm doktorlara ve büyücü kadınlara haber saldı. Kocasına sesini yeniden kazandıracak kişiyi altına boğacağını vaat etti. Bir sürü hekim geldi, aralarında şarlatanlar da vardı; hepsi yiyip içip karın doyurdu, sonra da hiçbir sonuç elde edemeden çekip gittiler. Adam bir türlü konuşmadı. Evinin odaları tavana kadar altın doluydu ama gönlü, bir uyuz köpeğinkinden de fakirdi. Hiç ama hiçbir şey söyleyemediği gibi ne elleriyle ne de gözleriyle meramını anlatabildi.
Bir gün Seher uykusundan uyandı ve kocasını aradı: Boş yere! Adam toz olmuştu. Hizmetçilerden biri, onun yağız atına atlayarak dörtnala uzaklaştığını görmüştü.
Seher her yerde kocasını arattı; bir hafta boyunca, sabah karanlığında yola çıkan seyisler gün batarken geri döndüler: Adamı bulamamışlardı. Seher bıkmadı; yağız atlı bir adamın Fırat’ta ya da Nil vadisinde görüldüğü haberini aldığında hemen o yörenin hükümdarına elçiler göndererek kocasını aramaları için ricada bulundu; aranmadık saman çöpü kalmadı. Tüm kaymakamlara, muhtarlara, toprak ağalarına söz verdi: Kocasını bulacak olana mermerden saray yaptıracaktı! Ama her şey nafileydi!
Çiftçi ise, sesini satın alan adamı her yerde arayıp durdu. Rüzgarı arkasına alarak onun izinden gitti ama kimseye rastlamadı; bazen hiç kimsenin ağzını açmadığı ya da konuşmak istemediği durumlarda Şeytan, ardında ya üzüntüden ya acıdan ya da mutluluktan son nefesini vermekte olan biri bırakıp gitmişti.
Aradan üç yıl geçti. Çiftçi, Şeytan’ı aramaktan neredeyse vazgeçecekti ki, bir gün bir Pazar yerinde oturmuş dilenirken harika sesli bir şarkıcı gördü. Onun sesini bir süre dinledi. Adam şarkıyı bitirdiğinde çiftçi ona bir altın lira fırlatarak son şarkıyı bir daha söylemesini rica etti. Şarkıcı hayır demedi ve bu kez daha da duygulu okudu. Çiftçi sahneye yakın bir yerde oturmuştu. Şarkı daha sona ermeden pelerinli bir tüccar, şarkıcıya yanaşarak kulağına bir şeyler fısıldadı, sonra da sahnenin gölgeliğine çekildi. Çiftçinin önünden geçerken havaya nefis bir gül kokusu yayıldı. Ne var ki, çiftçin burnuna bu gülistanlıktan sadece çürük bir koku geldi. Damarlarındaki kan sanki donmuştu. Bu koku ciğerlerine işledi; çiftçi neredeyse bilincini yitirecekti: Ömründe unutamayacağı bir kokuydu bu! Ayaklarının ucuna basa basa sahnenin arka tarına geçerek pelerinli adamı gözledi. On beş dakika sonra şarkıcı sahneden aşağıya indi. Tüccar bir süre şarkıcıyla konuştuktan sonra pelerinini onun vücuduna doladı. Şarkıcı büyün vücuduyla zangır zangır titredi ve küt diye cansız, toprağa gömüldü. Ama çiftçi o anda bir mucizeye tanık oldu. Şeytan, pelerinini çeker çekmez şarkıcının bir eşi ortaya çıkıverdi; ikisi kol kola giri,, sanki iki dostmuş gibi yürüyüp gittiler.
Çiftçi şeytanı tanıdı, hemen peşinden koştu. İki gün iki gece onu takip etti. Şeytan’la yoldaşı yorulmak nedir bilmiyordu, çünkü üçüncü günün sabahı, ikisi de ilk günkü kadar dinçti. Çiftçi, yolda uyuyakalmamak için avucunda bir yara açarak üstüne tuz bastırdı. Canı çok acıdığı için üçüncü günde –ister istemez- uyanık kaldı. Dördüncü gün, şafak sökerken vadiyi kaplayan sisler arasında yükselen bir şato gördü. Büyülenmiş gibiydi. Yarı uykulu hali bir saniye mi, yoksa günlerce mi sürdü, bilemedi. Derken müthiş bir gürültü duyuldu. Çiftçi yerinden fırladı ve karşısında Şeytan’ı gördü. Koskocaman cüssesiyle orada durmuş, bir palmiye ağacı gibi üzerine eğilmişti. “Beni niye takip ediyorsun?” diye haykırdı Şeytan. Adam cevap veremedi. Başını bile sallayamadı. “ Sen yeterince ödüllendirildin. Bu işin dönüşü yok!” diye bağırdı Şeytan. Çiftçi onun üzerine atıldı ama Şeytan onu tuttuğu gibi bir yana savurdu ve sonra da çekip gitti. Çiftçi ayağa kalktığında, şatonun sisler içinde yavaş yavaş kaybolduğunu gördü.
Çiftçi, Şeytan’ı yollarca kovalayıp durdu; ama o, her defasında gözleri önünde kaybolup gitti. Yine de yılmak bilmedi çiftçi.
Bir bahar günü küçük bir gölün kenarında dinlenirken Şeytan’ın hakkından nasıl gelebileceğini düşündü. Derken bir gün eleğe su doldurmaya çalışan bir kadına rastladı. Kadın sonuç alamayınca tekrar göle koşup eleğini yeniden suyla dolduruyordu. Yorulmuş gibiydi ama bir türlü yılmıyordu. Bir yandan kendi kendine, “Bu meseleyi çözmeliyim. Bu uğurda ölsem de gam yemem,” diye mırıldanıyor, bir yandan da ağlıyordu.
Çiftçi kadını kolundan tuttu.
Kadın: “Beni rahat bırak; şu eleği suyla doldurmalıyım ki, Şeytan kocamı affetsin,” diyerek kendini adamın elinden kurtarmaya çalıştı. Her defasında, eleğe doldurduğu su akıp gitmekteydi.
Çiftçi onun elinden eleği zorla çekip aldı. Kadın bağıra çağıra adamı dövmeye kalkıştıysa da başaramadı ve bitkin bir halde olduğu yere yığılıp kaldı, bir yandan da küfürler yağdırmaktaydı. Adamsa ağır adımlarla o civardaki bir mağaraya yürüdü; çiftçiler, yazları bir su deposu oluşturmak amacıyla oraya kışın hep kar yığarlardı. Mağara, tavana kadar kar doluydu. Adam, eliyle bastıra bastıra sertleştirdiği bir yığın karı eleğe doldurup, ağlamakta olan zavallı kadının yanına vardı. Beriki karla dolu eleği görünce sevinçle güldü. Hemen yerinden fırladı ve eleği kaptığı gibi kaçıp gitti. O, dişi bir İblis’ti! Tanrı sizleri O’nun gazabından korusun!
Neyse, kadın bir süre sonra sevgilisiyle birlikte geri döndü. İkisi de çiftçiye teşekkür etti ama onun kaş göz işaretiyle hatta elleriyle bile konuşamadığını görünce, dilini Şeytan’a satmış olduğunu anladılar.
İblis: “Sesini kurtarmak yine senin elinde,” dedi usulca. “ O, bütün sesleri şatosunda toplayıp onlardan bir iksir elde eder. Hiçbir iblis onun şatosuna giremez, ama ben sana bu konuda yardım ederim. Seni kartal yaparım. Bu dünyada ve öbür dünyada yani cennette ve cehennemde şatoyu ararsın. Bulursan, sakın arkana bakayım deme! Ne işitirsen işit, sakın arkana bakma! Bakarsan şato sonsuza dek kaybolur. Sen hemen şatonun gökyüzüne bakan penceresine çık. Bu pencereden uçtuğun anda tekrar insan haline gelirsin. Geri dönerek aynı pencereden içeri girdin mi, yine kartal olursun. Dilinin altına bir cam parçası yerleştir; bu cam parçası ağzında kaldığı sürece şato gözünün önünden kaybolup gitmez. Orada kendi sesini ara – onu, sana tıpatıp benzeyen birinde yani kopyanda bulacaksın- onu sımsıkı kucakla, sonra da bu sese özgürlüğünü ver! Cam parçasını sakın unutayım deme! Şeytan, şatosunu sonsuza dek saklayabilmek için kırılmış olan cam penceresini onarmak isteyecek. Ancak kırık pencereye ait en ufak bir cam parçası eksikse, şatoyu saklayamaz. Ve şato, yedi gece sonra paramparça olacak. Sesler bağlarından kurtularak kendilerine uyan kopyaları buluncaya kadar orada burada dolaşacaktır. Cam parçasına dikkat et! Şeytani şatosunu kurtarmak için her çareye başvuracaktır!”
Neyse, İblis adamı iki kaşının arasından öptükten sonra kartal yaparak cennete yolladı ve karısıyla birlikte, kuşlar kralının masmavi gökyüzünde uçarak kayboluşunu izledi. İblisin karısı, sevgilisi onu kollarına alıp dudaklarından öptüğü sırada düşünceye dalmıştı. Aynı anda ayaklarının bastığı yerden iki tane gelinciğin fışkırdığını gördü.
Kartal, şatoyu bulmak için yıllar boyu tüm dünyayı, cenneti ve cehennemi taradı. Bu arada karısı da çaresizce kocasını aramaktaydı. Tüm umudunu yitirdiği bir anda evinin avlusunda karşısına uzun, bembeyaz sakalları olan yaşlı bir adam çıktı. Gelecek bir depremi hissedercesine atlar ürktü, köpekler uludu.
“Kocanı bulmaya ne dersin? Bunun karşılığında ne şato ne de altın isterim ben…” dedi yaşlı adam ve parmaklarıyla sakalını sıvazladı. Çakmak çakmak gözleriyle Seher’e baktı.
“Tabi kocamı bulmak isterim. Ama karşılığında altın ya da şato istemezsen ben ne vereyim sana?”
“Sesini,” dedi yaşlı adam usulca. “Senin sesini istiyorum ben. Bunu yaparsan yedi gece sonra kocana kavuşursun.”
Kocasın duyduğu özlem, bağrını yaktığı halde Seher: “Sesimi asla sana satmam ben! Defol git buradan!” diye haykırdı.
“Yine geleceğim,” diye karşılık verdi yaşlı adam ve ağır adımlarla oradan uzaklaştı.
Tam üç ay sonra çıkageldi. Seher istemeye istemeye onu geri gönderdi.
Yaşlı adam kızgın kızgın: “Bir kere daha geleceğim. İyi düşün!” diye söylenerek kapıyı çarptığı gibi çıkıp gitti.
Seher o günden sonra bekledi, bekledi; sonunda yaşlı adam yine geldi: “Ee, iyi düşündün mü?” diye sordu, dudaklarında bir tebessüm belirmişti.
“Al sesimi! Ben kocamı istiyorum!” diye konuştu Seher, kısık sesle.
Şeytan, pelerinini genç kadının üzerine attı; kadın kendine geldiğinde konuşamaz oldu. Saraydaki hizmetçiler, hanımefendilerinin soluk bir yüzle yatak odasından çıktığını görünce dehşete kapıldılar, çünkü az önce aynı kadın, yaşlı bir adamla ağır ağır yürüyerek şatoyu terk etmiş ve bir faytona atlamıştı!
Bu arada Kartal, durmadan Şeytan’ı aramaktaydı. Yeryüzündeki hatta cennet ve cehennemdeki tüm vadileri dağları dolaştı. Günün birinde dünya üzerindeki turunu atarken, bir vadiden yükselen bir şato gördü. Aynı anda Şeytan’ı da tanıdı; bir kadınla birlikte bu şatoya doğru koşmaktaydı. O anda Şeytan’ın gözünü çıkarmak için neler vermezdi! Ama bunu yapamadı; çünkü o zaman şatonun ortadan yok olacağını biliyordu. Havada bir ur attığı sırada dört pencereli bir kubbe gördü: pencerelerden biri kırmızı, öbürleri de yeşil, mavi ve siyah renkteydi. Uzun arayışlardan sonra kartal, cennete açılan mavi renkli pencereyi buldu ama aynı anda arkasında karısının yardım isteyen sesinin duydu. Geri dönüp bakmak istediyse de İblis’in uyarısını hatırladı. Tüm gücüyle pencereye yüklendiğinde cam paramparça oldu. Kartal ufak bir cam parçasını gagasının arasına alarak pencereden dışarı fırladı. Ve o anda iyi kalpli İblis’in dediği oldu: Yine insan haline geldi. Bunun üzerine gömleğinden biraz yırtarak cam parçasını buna sarıp dilinin altına yerleştirdi.
Sonu gelmez bir koridorun her iki tarafına odalar sıralanmıştı. Çiftçi kulak kabarttı ve birinci odada, yabancı dilde şarkı söyleyen bir kadın sesi işitti. Dikkatlice kapıyı açtı: İçeride tuhaf giysiler içinde, kırktan fazla genç kadın ve erkek gördü. Hepsi duvara zincirlenmişti ama sanki oraya yeni gelmişçesine hepsi capcanlıydı; keyifleri de yerindeydi sanki. Çiftçinin geldiğini fark etmediler bile. Çiftçi bir kapıdan ötekine koştu her birini açıp bir sürü şarkıcı ve masalcı arasında kendi sesini aradı. Otuz üçüncü kapının önüne gelince kendi sesini duydu. Kapıya yüklendi; duvarda zincire vurulmuş kendi kopyasını gördü. Sesinle olan aşkı uğruna tüm gücüyle duvardaki bağları çözerek kendi kopyasını kucakladı. “Seher!” diye haykırdı; yüreği kafesten henüz kurtulan bir kuşunki gibi bir çarpmaktaydı.
Aradan çok geçmedi; şatonun çatısından Şeytan’ın kızgın homurdanışını işitti. Şeytan, cam parçalarını bir araya getirerek pencereyi eski durumuna sokmak istediyse de, boşuna uğraşıp durdu. “İnsan kokusu alıyorum!” diyen Şeytan’ın sesi, şatonun koridorlarında yankılandı. Çitçi bir an için felce uğramışçasına olduğu yerde kalakaldı, sonra olanca hızıyla koşarak kendini pencereden dışarı attı. Koskoca bir kartal, görkemli kanatlarını çırpa çırpa göğe yükseldi.
Şatonun tepesindeki Şeytan: “Bekle hele! Seni nasıl olsa yakalayacağım!” diyerek küfürler yağdırdı. Aynı anda kendisi de bir kartal haline geldi. Ama çiftçi ondan daha hızlıydı. Bu kez Şeytan, rüzgara dönüşerek kartalı devirmeye çalıştı, ancak kartal rüzgardan daha güçlü çıktı. İki gün iki gece hiç yolunu şaşırmadan uçup durdu. Açlıktan midesi kazınmaya başlamıştı. Aynı anda Şeytan, kendini kartalın önünden çaresizce kaçmaya çalışan bir güvercin şekline soktu. Ama kartal, ona hiç aldırış etmeden uçmasını sürdürdü. Üçüncü gün o denli susadı ki, bir damla su uğruna her şeyini vermeye razıydı. Bir dağın ardında masmavi bir göl gördüğünde, ağzındaki cam parçasını düşürmekten korktu. Uçmaya devam etti ve işte o anda göl kuruyuverdi; çünkü bu, Şeytan’dan başkası değildi! Üçüncü günün akşamüzeri kartal sarayına vardı. Yatak odasının açık duran kapısından süzülerek içeri girdi. Karısı Seher yatakta yatmaktaydı. Ama çiftçi genç kadının ölü gibi donuk bakışlarını görünce, sesini – onun uğruna – sonsuza dek Şeytan’a verdiğini anladı. Seher, kartal kılığındaki kocasını tanımıştı; çünkü kuşun gözleri bunca zaman özlediği kocasının gözleriydi. Ne var ki, genç kadının ağzından tek kelime bile çıkmadı.
Kartal hala canı gibi sevdiği karısına sıcak sesiyle: “Gel benimle, gidip senin sesini bulalım!” dedi. Kadın onun sırtına bindi, kartal uçarak havalandı.
Ancak Şeytan, çiftçinin geri döneceğini biliyordu. Bu nedenle kadının kopyasının yanına vardı. Gece gündüz bekledi. Derken altıncı günün akşamı çiftçiyle karısı, cennet penceresinden şatoya giriverdiler. Seher her ne pahasına olursa olsun, şimdi karşısında insan kılığında durmakta olan kocasına onu ne kadar sevdiğini söylemek istedi. Ama dudaklarından tek bir hece bile yükselmedi. Kocası onun kulağına fısıldadı: “Önce senin kopyanı bulmalıyız; eğer onu görürsen sakın arkana bakma! Ben arkandan ne kadar bağırırsam bağırayım, sakın arkana bakma! Kopyan olan kadının zincirlerini çöz ve onunla birlikte dışarı çık, kaç! Anlıyor musun? Kendini kurtar!” Seher’i kollarının arasına aldı. Son kez kucaklaştılar; sonra ikisi birlikte ayaklarının ucuna basa basa koridorda yürüdüler. Ama Şeytan oradaydı! Hala eskisi gibi koskocamandı, güçlüydü, yüzü soluktu saçları epeyi ağarmıştı. “ Ver bana o cam parçasını, al karının kopyasını!” dedi, boğuk bir sesle.
“Dünyada olmaz!” diye yanıtlayan çiftçi, Şeytan’ın üzerine atıldı. Ama Şeytan, aynı anda Seher’in kopyasına dolanan koskoca bir yılan haline geldi. Çiftçi, yılanı kafasından yakalayınca; Seher de kendi sesini bağlarından kurtarıverdi. Adam: “Kaç!” diye bağırdı ve yılanla boğuşmaya devam etti. Tam onu boğacağı sırada yılan, bu kez akrebe dönüşerek çiftçiyi iki yerinden soktu. Adam acıyla haykırıp akrebin akrebin kafasını ezdi; ancak aynı anda akrep, bir kaplana dönüşüverdi ve adamın üzerine çullandı. Seher kapıdan dışarı henüz iki adım atmıştı ki, kulağına boğuşma sesleri geldi; hemen dönerek yerde bulduğu zincirle, yaralı kocasını bıraktırıncaya dek kaplana vurdu. Çiftçi şaşkın şaşkın Seher’e baktı ve ona gitmesini işaret etti. Ancak kadın kocasının önünde durdu ve kanlar içindeki canavara vurmaya devam etti. Ama kaplan birden bire ortalıktan kayboldu. Çiftçi, artık ölümün yakınlaştığını anlamıştı. Seher’i kendine çekerek onu ağzından öptü. Aynı anda da sarılı cam parçasını diliyle zar zor kadının ağzına sokuşturdu.
Seher sevgili kocasının öleceğini anlamıştı. Bir çığlık atarak kocasının başını sıkı sıkı göğsüne bastırdı. Bu arada rüzgar hortumuna dönüşen Şeytan, cam parçasının Seher’in ağzında olduğunu anladı. Ancak kendi sonunun da yaklaşmakta olduğunu fark edince zehirli bir örümcek haline geldi. Birdenbire Seher boynunda bir ısırık hissetti. Tüm gücüyle örümceğe vurdu; hayvan ölü olarak yere düştü.
İki aşık, birbirlerinin kollarında öldüler. O gece şatonun harabelerinden bin bir çeşit ses yükseldi. Bu seslerden bazıları, kendi kopyasını buldu, bazıları bugün bile onları arıyor. Ancak o gece yarısı, yıkık şatodan göğe doğru iki yıldız yükseldi; biri elmas gibi parlıyordu, öbürü alev kırmızısıydı.
İşte o günden bu yana kızıl yıldız, daima seher yıldızını izler. Bu iki yıldız ne zaman birbiriyle çarpışsa, yerdeki midyelerin ağzına bin bir tane inci düşer. Böyle bir gecede bülbüller sabaha kadar garip şarkılar söyler. Meraklı olanlar o kızıl yıldızın adını soracaklardır. Hemen söyleyeyim o kızıl yıldızın adı Şafak Yıldızıdır.
Masal Gece Masalcısı-Rafik Schami’den alınmıştır.
Kabalcı Yayınları
Çevirmen: Dr. Saffet Günersel
Yayın Tarihi 1998-12-31
Orjinal Adı Erzähler der Nacht