fbpx

Erkekten Doğan Çocuk (İstanbul Masalı)

Erkekten Doğan Çocuk (İstanbul Masalı)

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir karı koca varmış. Bunlar uzun müddet beraber yaşadıkları halde bir çocukları olsun dünyaya gelmemiş. Bir gün kadın, kocasından habersizce ebeye giderek çocuk doğurmak için bir ilaç yapmasını rica etmiş. Ebe, bir bal kabağını birtakım ilaçlarla karıştırdıktan sonra kadına vererek bundan öğle ve akşam yemeklerinde yemesini söylemiş.

Kadın, bu ilacı alarak evine getirmiş, dolaba koymuş.

Ertesi günü işinden dönen kocası, karısını evde bulamamış. Komşular, bir iş için çarşıya gittiğini söylemişler. Adam, yiyecek bir şey aramak maksadı ile dolaba yaklaşmış. Aksi gibi de o gün dolapta bir şey yokmuş. Gözüne bir tabak içinde ebenin ilaçladığı kabak ilişmiş. Hemen oturup bunu kemâli afiyetle yedikten sonra işine gitmiş.

Akşam geç gelen kocasına, kadın:

– Herif ne yaptın, demiş,  benim kabağı hep sen yemişsin?

Adamın canı sıkılarak:

-Ne olacak yahu, diye cevap vermiş, kabak buldum, yedim. Sen yemişsin, ben yemişim, ne zararı var?

Kadın hemen:

– Onu bana çocuk doğurmak için ebe vermişti, o ilaçtı ayol, demiş.

Ne ise… böylece konuştuktan sonra susmuşlar. Bu mesele de unutulmuş

Aradan aylar geçmiş. Kabağı yediği günden beri erkeğin karnında bir şişkinlik peyda olmağa başlamış. Bu şişkinlik sekizinci ayda fevkalâde bir hal almış. İşine gittikçe arkadaşları kendisine “geçmiş olsun” diyorlarmış. Bu sözlere aldırış etmeyen adam, kimisine alınmayarak güler, mukabele etmez, kimisine de:

-Eyvallah, diyerek geçermiş.

Nihayet iş o raddeye gelmiş ki, vazifesine gidememeye başlamış. Lohusa yatağına serilmiş. Dokuz ay on günde yüz yuvarlak, kabak gibi bir kız doğurmuş. Bu kabak gibi kızı görmek için akın akın misafirler gelmeye başlamış.

Aradan seneler geçmiş, bu Kabak kız büyümüş. On altı yaşına gelmiş. Bir gün şehrin içinde tellal bağırmaya başlamış:

-Kimin kızı varsa bugün meydana göndersin, şehzade evlenmek için kız seçecek!… Diye ilan ediyormuş.

Tellalın söylediklerini işiten Kabak, annesine:

-Ben de şehzadeyi görmeye gideceğim, demiş.

Annesi kızmış:

-Haydi miskin Kabak, demiş, ne elin var, ne ayağın, şehzade senin nereni beğenecek_

Kabak buna gücenmemiş:

-Olsun anne, demiş, ben yalnız onu görmek için gideceğim…

Annesinden izin alarak tekerlene, tekerlene kızların bir daire teşkil ettikleri meydana girmiş,  tam ortaya yuvarlanmış, orada durmuş.

Şehzade pencereden bakmış, hiçbir kızı beğenmemiş. Ortada Kabağı görmüş, koşarak aşağı inmiş, onu alarak yukarı çıkmış. Kızların dağılmalarını, yalnız Kabağı beğendiğini ilan etmiş. Şehzadenin anası bu Kabağa içerlemiş, şehzadeye:

-İlahi oğlum, demiş, buldun, buldun da bu Kabağı mı buldun?

Şehzade de annesine:

-Ne yapayım anneciğim gönül kimi severse güzel odur, cevabını vermiş.

Her gün bu Kabak köşede oturur, yiyeceği, içeceği ayağına gelirmiş. Böylece günler geçmiş. Birgün vezirin oğlu ile gayet güzel bir kızı evlendiriyorlarmış.

Şehzadenin annesi düğün için hazırlık yaparken tırnaklarını kesiyormuş. Kabak kız yuvarlanarak gelmiş:

– Anne, anne, makası bana da ver ben de tırnaklarımı keseyim, demiş.

Annesi:

-Haydi oradan Kabak, demiş, ne elin var, ne ayağın, hangi tırnaklarını keseceksin?

Kaynanası makası vermemiş. Biraz sonra süslenen hanım, arabasına kurularak düğün evine gitmiş. Arkasından Kabak yuvarlanmış, silkinmiş, genç, dünya güzeli bir kız meydana çıkmış. Kabuklarını alıp bir kenara saklamış. Ellerini çırpmış. Karşısına bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bir Arap dikilmiş:

-Dile benden ne dilersin, demiş.

Kız:

-Bu odayı mavi yapacaksın, demiş. Bana baştan başa mavi bir araba, mavi bir elbise, sonra da baştan başa maviler geyinmiş kızlarla bir torba altın getireceksin!

Arap gitmiş, biraz sonra tekrar görünmüş. Emrettiği şeylerin hazır olduğunu haber vermiş.

Kız, süslendikten sonra arabaya atlamış. Etrafına avuç avuç altınlar serperek düğün evine doğru yollanmış…

Düğün evine geldiği zaman kendisini hürmetle karşılamışlar. Hemen kaynanasının yanına oturmuş. Düğünün sonuna kadar onun yanından ayrılmamış. Kaynanası bu genç kızı çok sevmiş. Allah’ın kendisine böyle güzel bir gelin vermediğine üzülmüş. Düğünün bitmesine bir saat kala güzel kız yerinden kalkmış, kaynanasına:

-Bana müsaade efendim, demiş.

Kaynanası:

-Aman efendim, demiş, bir saat sonra beraber gideriz…

Kız telaşla:

-Beyim beni bekler efendim, geç kalamayayım, diye cevap vermiş.

Elinden bu güzel kızı kaçıracağını gören kadın, kızın adresini istemiş. Kız da:

-Makasçılar mahallesinde oturuyoruz, Makasçılardanız, demiş.

Kaynanası düşünmüş, taşınmış, böyle bir mahalle hatırlayamamış.

Kız:

-Olabilir ya efendim, demiş, sizin hatırlayamadığınız kenar mahallelerden birisidir…

Kız tekrar o debdebe ile yola düzülmüş. Etrafına altınlar saçarak konağa gelmiş. Yine el çırparak Arap’ı çağırmış. Odanın rengini eski haline getirmesini, atları, arabaları götürmesini söylemiş. Tekrar kabuğunun içine kıvrılarak köşeye büzülmüş.

Biraz sonra hanım, ondan sonra da şehzade gelmiş. Hanım, oğlunu görünce:

-Ah evladım, demiş, başını dertlere yaktın. Ben bugün düğünde öyle güzel bir kız gördüm ki, tarif edemem.

Şehzade merakla hangi mahallede oturduklarını sormuş. Annesinden Makasçılar mahallesinde oturduklarını, lakaplarının Makasçı olduğunu öğrenmiş. Şehzade de böyle bir mahalle hatırlayamamış. Bunda muhakkak bir sır olduğuna hükmederek sükût etmiş.

Bu vak’a üzerinden günler geçmiş. Bu sefer de diğer birisinin kızı evlenecekmiş. Hanımı yine düğüne çağırmışlar. Hanım düğün için hazırlanırken saçlarını maşalıyormuş. Bunu gören Kabak:

-Anne, anne, demiş, maşayı ver de ben de saçlarımı kıvırayım.

Hanım:

-Haydi oradan kel Kabak, ne saçın var, ne başın, hangi saçını kıvıracaksın, diye Kabağı azarlamış.

Hanım hazırlandıktan sonra arabasına atlamış. Düğün evine gitmiş. Arkasından kız yine kabaktan sıyrılmış. Kabağı saklayarak el çırpmış. Gelen Arap’a, bu sefer odayı kırmızıya boyamasını, kırmızı bir araba, kırmızı elbiseler, kırmızı elbiseli hizmetçiler, torbalarla da altın getirmesini söylemiş.

Sonra yine bir arabaya kurularak düğün evine yollanmış. Hanım bu yeni gelen kızı evvelkinden daha güzel bulmuş. Yine yanına oturtmuş, uzun uzun konuşmuşlar. Hangi mahallede oturduğunu, lakaplarının ne olduğunu sormuş.

Kız bu sefer de:

-Maşacılar mahallesinde oturuyorum, Maşacılardanım, demiş.

Hanım yine böyle bir mahalle hatırlayamamış. Kız:

-Olabilir ya, demiş, sizin hatırlayamadığınız kenar ve kimsesiz mahallelerden biridir…

Yine düğünün bitmesine bir sat kala gitmek için müsaade istemiş, hanım her ne kadar beraber gitmek için ısrarda bulunmuşsa da kız kabul etmemiş:

-Beyim evde bekler, müsaadem bu kadar efendim, cevabını vermiş.

Saltanatla yola düzülerek, altın saça, saça, konağa varmış. Konağa girince el çırparak Arap’ı çağırmış. Odanın rengini değiştirmesini, eşyaları geri götürmesini emretmiş.

Akşam hanım, şehzadeye:

-Ah be oğlum demiş, bu Kabağı aldın da başını dertlere yıktın. Bugün ben düğünde öyle güzel bir kız gördüm ki, evvelkinden kat kak güzel.

Şehzadeyi merak sarmış. Annesine:

-Hangi mahallede oturuyorlar, kimlerdenmiş acaba anne, diye sormuş.

Kadın:

– Maşacılar mahallesinde oturuyorlarmış. Maşacılardanmış, cevabını vermiş.

Şehzade adam akıllı şüphelenmiş. Böyle bir mahalle, böyle bir sülale tanımadığını söylemiş. Annesinin kalbini kırmamak için:

– Ne yapalım anne, demiş, kısmet imiş. Gönül kimi severse güzel odur.

Aradan günler geçmiş. Bu sefer de hanım diğer bir düğüne gidecekmiş. Süslenirken saçlarını tarıyormuş. Kabak yuvarlanarak gelmiş:

-Anne, anne, demiş, tarağını ver de biraz da ben saçımı tarayayım.

Kaynanası kızmış:

– Haydi oradan kel Kabak, demiş, ne saçın var, ne başın, hangi elinle hangi saçını tarayacaksın?

Bu defa da tarağını vermeyerek arabasına kurulup düğün evine gitmiş. Onun arkasından kız kabaktan sıyrılarak el çırpmış. Arap’a, odayı yeşile boyamalarını, yeşil elbise, yeşil elbiseli kızlardan hizmetçiler getirmesini, altınları da unutmamasını emretmiş. Yine arabasına binmiş, etrafına altın saçarak düğün evine vasıl olmuş. Bu sefer bütün nazarlar kıza dikilmiş. Hanım, yanına oturmasını rica etmiş. Beraber oturmuşlar. Bunlar konuşa dursunlar, biz gelelim eve:

Şehzade annesinin hareketlerinden, Kabak kızdan şüphelenmiş. Bu sefer beklemeye karar vermiş. Annesinden tarak istediğini, annesinin gidince kızın silkinip kabaktan çıktığını, el çırpıp Arap’ı getirdiğini, odayı yeşil yaptırdığını hep görmüş. Kız, elbiselerini giyip süslenince parıl parıl parlamış. Şehzade, bu manzara karşısında az kalsın kapıyı iterek koşacak, ayaklarına kapanacakmış. Fakat neticeyi anlamak merakı şehzadeyi için için yediğinden, bu hareketten vaz geçmiş. Kızın arabaya kurularak ihtişamla gittiğini görünce hemen odaya koşmuş, kızın arkasından uzun uzun bakmış, arabanın kaybolduğunu görünce pencereden ayrılmış. Kabağı alarak parçalamış. Bu sırada da düğün evinde hanım, kıza lakabını, mahallesini soruyormuş. Kız, bu kere de Tarakçılar mahallesinde oturduğunu, Tarakçılardan olduğunu söylemiş. Hanım yine böyle bir mahalle bulunduğunu hatırlayamamış. Kız:

– Olabilir ya efendim, demiş, sizin hatırlayamadığınız adi, fakir mahallelerden biridir.

Bir saat evvel müsaade alarak arabaya atlamış. Konağa gelmiş. Arap’ı çağırarak bütün tezyinatı bozdurmuş. Kabağı sakladığı yere gitmiş, fakat onu bulamamış. Onun için:

– Ay kabağım, ay kabağım, diye dönmeye başlamış.

Yüklükte olan şehzade meydana çıkarak:

-Kabağınız burada efendim demiş.

Kız şaşırmış. Sarmaş dolaş olmuşlar. Kız:

-Fakat kabağımı kırmasaydınız çok iyi ederdiniz, demiş. Ben çoktan bu kabaktan çıkacaktım, fakat annen beni hakir görüyor “haydi oradan kel kabak, kel kabak” diyordu. Bunun için çıkmıyordum.

Biraz sonra hanım gelince, kız saklanmış.

-Ah oğlum, bu Kabağı aldın da başını ateşlere yaktın, ben bugün öyle bir dünya güzeli gördüm ki… demiş.

Şehzade, hangi mahalleden olduğunu sorunca, annesi, Tarakçılar mahallesinden, Tarakçılardan olduğunu söylemiş.

Şehzade yükü açarak kızı çıkarmış:

– Anne, gördüğün kız bu mudur, diye sormuş.

Hanım, kızı tanımış. Onlar da sarılışmışlar. O günden itibaren düğün hazırlıklarına başlanmış. Nihayet herkese parmak ısırtacak surette kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Onlar ermiş muradına… Biz çıkalım kerevente.


Naki Tezel

İstanbul Masalları

Burhaneddin Matbaası

İstanbul-1938

Muzip Masal Cini

Masallar üzerine ve masallara dair her şeyi heybesine doldurmuş bir masalcıdır Muzip Masal Cini. Bu bakımdan kendi masallarını ve Ribelyus adlı masal evreninde yaşananları naklederken başka hikayelere de misafir olur. Uzun lafın kısası masalların anlatılmayıp unutulmaya yüz tuttuğu bu yüzyılda yeniden masal anlatabilmek adına beyhude mücadeleye girmiş bir hayal kahramanıdır. Aynı zamanda anlatıla anlatıla günümüze kadar yolculuğuna devam eden masalların toplanması, derlenmesi ve arşivlenmesi gibi çalışmaları kendine görev addetmiştir. Muzip Masal Cini hem masal yazmak hem de unutulmaya yüz tutmuş masalları kayıt altına alıp arşivlemek üzerine hayat bulmuş bir hayali kahramanın gerçek dünya ile masalsı mücadelesidir.

Henüz Yorum Yapılmamış

Yorum Yapın

Eposta adresiniz yayınlanmayacak.