Keloğlan ile Devler Ağası
Bir varmış, bir yokmuş. Tanrının kulu çokmuş. Çok yemesi, yok demesi günahmış. Evvel zaman içinde bir karı kocanın otuz dokuz tane çocuğu varmış. Oturmuş kırkıncıyı hayırlısıyla gelsin, tamam olsun diye beklerlermiş. İhtiyar yaşlarında bu çocukların sayısını kırka tamamlamışlar da, elden ayaktan kesilip, ocak başına oturmuşlar. Bu kırk çocuğun babası, bunları besleyip büyütünceye, yetiştirip meydana çıkarıncaya kadar, yaşı yetmişe, işi bitmişe gelmiş dayanmış. Günlerden bir gün, en büyüğünden en küçüğüne kadar, kırkını da çağırmış. Karşısına sıra sıra dizilip durmuşlar:
– Hele oğullarım, sıra sıra çocuklarım, artık ihtiyarladım, elden ayaktan düştüm. Sizi bu boya getirdim, bu yaşlara yetirdim. Çalışacak halim, duruşup koşuşacak gücüm, takatim kalmadı. Hele davranın tosunlarım, işler bulun, uğraşın, çalışın da kazanın, biz iki ihtiyar ocak başında sizi bekleyelim. Hayırlı dualar edelim. Sonunda sizleri everelim. Ocağımızı şenlendirelim. Yürüyün, bahtınız açık, yolunuz seçik olsun, demiş de, bunların her birinin eline bir orak vermiş, harman zamanı köylere orakçı durmalarını, koca tarlaların bir ucundan girip, kırk yerden yürüyüp, biçip bağlayıp akşamına harmanı hazırlayıp döğenleri koşmalarını, buğdayı gecesinde savurup sabahına arabalara yüklemelerini, aldıkları parayı bölüp harcamadan bir torbaya biriktirip getirmelerini sıkı sıkıya tembihlemiş. İmeceyle işe girişip canavarlar gibi çalışıp, birbirlerinden ayrılmamalarını, kardeşçe kenetlenip yürürlerse, kimselerin kendilerine kötülük edemeyeceğini, rızıklarını ve haklarını kara taştan koparacaklarını bir bir bunlara anlatmış.
Bunlar sıradan gelmişler, teker teker babalarının, analarının ellerini öpmüşler. Azık torbalarını ve oraklarını sırtlayıp çarıklarının bağlarını sıkılamışlar, arka arkaya turna katarı gibi, en başta ağaları, en arkada da küçük Keloğlan, yolların tozuna bulanıp yürümüşler. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, tepeleri aşmışlar, derelerden geçmişler, keselerden dönmüşler, bir köyün kenarına gelmişler. Bakmışlar ki, kocaman bir tarla.
379 Tahir Alangu, Keloğlan Masalları, İstanbul: Afa Yayınları, 1990, ss. 108-119.
Ekinleri başaklanmış, sararmış. Deniz gibi dalgalanır, sallanır, gün altında parıldarmış. “Nasıl olsa bunu sahibi biçtirecektir, vakti gelmiş, kemale ermiş” demişler de, tarlaya girmişler, biçmeye girişmişler. Kırk elden, kırk koldan, kırk köşeden har har, par par ederek biçmişler de, adım adım yürümüşler. “Hış, hış, hışır hışır” ederek yürüdükçe, üç adımda bir durur, demet bağlarlar, elli adımda bir dönüp harım eder, harman döşerlermiş. Bir çalışma, bir gayret ki, orağın kırkı birden kalkar, dönerken güneşin şevkinden hış hış eder parlar, dönüp ekine girerken hışır hışır diye sesler çıkarır, ekinler demet demet derilirken, ekinin altın sarısı şevk verir parlarmış. Bu kırk oğlan, en küçükleri de Keloğlan, orak sallayıp tarlayı adım adım biçerlerken, bir de türkü tutturmuşlar, avazları, hey beyleri gökyüzüne güm güm vurmakta.
Bunlar tarlayı biçip demetleyip, tınazlaya dursunlar, bu tarlanın sahibi bir duymuş. Ertesi sabah gelmiş, uzaktan bunların hay haylarını duymuş, yakına gelmiş, bakmış ki, tarlası çoktan biçilmiş de, bunlar demetleri çözüp yapmakta, harmanı hazırlamaktalar. Yirmisi eğilip, yirmisi kalkıyor, kıvrak kıvrak çalışıyorlarmış. Gelmiş, yanaşmış, durmuş, bunları seyretmiş, çok hoşuna gitmiş:
– Aman ne iyi, hamarat oğlanlar, kırkınıza da kırk bir kere maşallah. Parasını konuşmadık, pazarlığını etmedik, ama her yıl orağına, harmanına çingenelere ne verdiysem, bu yıl da toptan pazar onu veririm. Orağım biçtiniz, harmanını döşer, savurursunuz, yemeğiniz de kapıdan çıkacak. Hele davranın yiğitler, ben de evden yemeğinizi getireyim, demiş de, evden bu kırk kişinin ekmeğini, aşını göndermiş. Akşam olunca bu kırk kardeş işlerini bırakmışlar, gelmişler de, tarlanın sınırındaki ağacın altına toplanmışlar. Ellerini yüzlerini yıkamışlar, ağanın evden yolladığı ekmeği aşı yemişler. O sırada dev gelmiş de, karşılarına oturmuş, karanlıkta gözleri par par ışılarmış:
– Aman kırk oğlan, sonuncusu Keloğlan. Buranın geceleri ayaz olur. Yorgan döşek yok. Gelin, buyurun, bizim evde geceleyin. Yerlerinizi hazırlattım. Bir güzel rahat edin hele, demiş de, bu oğlanlar, bir duralamışlar, iki düşünmüşler, babalarının sözlerini hatırlamışlar:
– Sağol, varol ağa, biz burada ekinlerin arasında yatarız, sabahın erinde kalkar, işe koşuluruz. Hele sen bize sabah çorbasını gün doğmadan yetiştir, demişler. Bu dev:
– Olur olur, hele sabah ola, hayır ola, kim öle, kim kala! demiş de evine gitmiş. Gecenin bir vakti, herkes uyumuş. Kurtlar, kuşlar, ağaçlar, sular uyumuş. Bu dev de “tam zamanıdır” diye yürümüş gelmiş. “Bunların onunu yerim, otuzunu da parçalar, tuzlar, evdeki fıçılara salamura eder, basarım. Besili tosunlar, körpe kuzular bunlar. Etleri gevrek olur, kemikleri de çıtır çıtır. Bu harmanı, şu ekinin harmanına değişmem” diye söylenerek gelirmiş. Tarlaya gelmiş, ağaçların altına bakmış, kimseler yok. Tınazları yoklamış, alt üst etmiş, tek kişi yok. Harmanı yoklamış, orada da kimseler yok. Kızmış, köpürmüş, ortalığı fır dolanmış, ama ne çare! Ansızın bastıramayınca olmaz, kimseler duymasın, anlamasın diye kendini tutmuş da, evine dönmüş.
Sabah olmuş, ortalık ışımadan, şafak sökmeden, bunların çorbalarını yollamış da, ardından kendisi de yürümüş gelmiş. Bunlar da kollarını çemrelemiş, sabah yelinde, şafak serinliğinde harman dövelim de, akşam yelinde savuralım diye hazırlanıyorlarmış. Ağa da beş çift öküzle, arabaya yüklediği dövenleri sürmüş getirmiş.
– Hele ağalar, kırk oğlanlar, bu akşam nerede yattınız? Geceleyin size ayran, pestil, üzüm, fındık göndermiştim, eğlencelik. Uşaklar sizi bulamamışlar. Bu gece nerede yatacaksınız, söyleyin de, oraya öte beri eğlencelik göndereyim, demiş. En küçüğü Keloğlan, davranıp:
– Sağol ağa, varol ağa, gecenin bir vakti üşüdük. Tarlanın alt ucundaki çukurda yattık. Bu gece de orada yatacağız. Ne göndereceksen oraya gönder, demiş de sırıtmış. Öğleyi etmiş, yemeklerini yemişler. Dönmüş, yine çalışmaya durmuşlar. Gün dönmüş, akşam olmuş. Ekmekleri, aşları gelmiş. İçlerinde en küçüğü, en akıllısı olan Keloğlan:
– Aman ağalar, bu devin gözlerini beğenmedim. Hava kararınca ışılıyor. Yine gece yarısı gelip, bizi arayacak, yemek isteyecektir. Bu sefer çukurda yatmayalım. Sabahleyin sorup soruşturması boşuna değil, demiş. Hava kararmış, karanlık iyice çökmüş. Bunlar yolu, yöreyi, kıyıyı, köşeyi iyice yoklamış, gözlemişler. Bu dev, bir köşeye siner de, bizi gözler diye düşünüyorlarmış. Ortalıkta kimselerin bulunmadığını görünce, birer birer koca bir ağacın üstüne çıkmış, orada tünemişler.
Gecenin bir vakti, herkes uyumuş, kurtlar, kuşlar, ağaçlar, sular bile uyumuş. Ortalıktan el ayak çekildikten sonra, bu dev yavaş yavaş gelmiş. Doğruca tarlanın alt ucundaki çukura yönelmiş. Dört ayak olmuş da, içine elini uzatmış. Orayı yoklamış, burayı yoklamış. Fır dolayı dönmüş, dönenmiş de, çukurun içini iyice karıştırmış, hırsından taşı toprağı, harman etmiş, otları kökünden yolmuş. Kan ter içinde kalmış. Bakmış ki, yine kimseler yok. “Hele” demiş, “bu kadar akıl ye de tedbir bu kırk oğlanın hangisinde ola? Olsa olsa Keloğlanda ola. En küçüğü de, eti gevrek, kemikleri de çıtır körpe olanı” demiş de, ağzının suları akmış. Kızmış köpürmüş de, ortalığı fır dolanmış. Ama ne çare! Ansızın bastıramayınca olmaz. Kimseler duymasın, anlamasın diye kendini tutmuş da, dişlerini gıcırdatarak evine dönmüş.
Sabah olmuş, ortalık ışımadan, şafak sökmeden, bunların çorbasını yollamış da, ardından kendisi de yürümüş gelmiş. Bunlar da kollarını çemrelemiş, “sabahın yelinde, şafağın serinliğinde harmanı dövelim de, öğleye varmadan bu işi bitirelim. Hakkımızı alıp öğleden sonra da buradan savuşalım. Geceleri bu dev orayı burayı dolaşırken, ola ki bizi bastırır. Başımıza bir kaza gelmeden hayırlısıyla buradan savuşalım” demişler de, çorbayı içmeden hamaratça işe girişmişler.
Tarlanın sahibi kuşluk vakti çıkagelmiş, bakmış ki, harman dövülüp savrulmuş da, bitesi olmuş. Bunlar sırayla işlerini bitirip gelmişler. Sırayla ağanın önüne durup sıralanmışlar. Bu devler ağası bir bakmış, iki düşünmüş. Gözleri fır dönmüş. Çaresiz kalmış. Bunların paralarını avuçlarına bir bir saymış. Sıra en küçükleri Keloğlana gelince, parasından kesmiş de, beş kuruş eksik vermiş.
– Aman oğlan, Keloğlan, param çıkışmadı, akçem yetişmedi, yürü benimle eve kadar gel de, bahşişi ile tamam edeyim, denkleştireyim, demiş. Ama Keloğlan sırıtmış da, gök gözleri çıldır çıldır ışımış. Ve de kelini kaşımış:
– Aman ağam, sağol, varol ağam. Allah kesene Halil İbrahim bereketi versin. Kapın kapanmasın, işin de aşın da eksik olmasın. Beş kuruştan ne olacakmış, bereketi içinde olsun, demiş de, kırk oğlan, sonuncusu Keloğlan, dağarcıklarını, torbalarını sırtlamışlar da yürümüşler, gitmişler. Kasabaya varmışlar, bir hamama girip yıkanmışlar da, çarşıya çıkmışlar.
Zamanın padişahı o gün bir tellâl çıkarmış, çarşı pazar dolaşır, bağırırmış:
– Ey ahali, padişahın itaatli kulları, her kim şu dağların ardındaki devler ağasının kır atını kaçırır, getirirse, kendisi hoşnut edilecek, bir kese altın bağış verilecek. Ey ahali, duyduk, duymadık, bildik, bilmedik demeyin, haaa!..
Bunu duyan Keloğlan, ağalarını hana göndermiş de, kendisi padişahın sarayına yollanmış, huzura çıkmış:
– Şu dağların ardındaki devler ağasının kır atını kaçırıp getireceğim. Bu işi ancak ben başarırım, demiş de kasılmış. Başını dikmiş de, yiğitlenmiş. Padişah bu Keloğlanın sözlerini şaşarak dinlemiş de, bu bacaksız Keloğlanın kasılıp dikilişine, hem de yiğitlenişine iyice kızmış:
Haydi oradan Keloğlan, keleş oğlan, yerden bitme boyunla, armut sapı boynunla, kocaman devler ağasını nasıl yenersin de, kır atını zapteder, kaçırırsın? Hele bırak maskaralığı da, yıkıl karşımdan, gazaba uğrarsın, zararım dokunur, bre!.. demiş de gürül gürül gürlemiş. Keloğlandır, yerinden deprenmemiş, beklemiş. Padişah susunca, şöyle bir yekinmiş de, aşağıdan almış, yalvarıp yakarmaya geçmiş:
– Aman padişahım, adaletli ve de izzetli padişahım. Ben bu devler ağasının huyunu, suyunu, evinin yolunu, açık kapalı oyunlarını, yordamlarını, bir bir belledim de, öğrendim. Bir hafta tarlasında çalıştık da, hem paramızı, hem de canımızı kurtardık. Ben bu devler azmanının oyunlarını gördüm de, dekten attım da, buraya kadar ulaştım, şahım. Buyurduğunuz iş kuvvet işi, pehlivanlık işi değil, oyun, düzen işidir. Ben bu dizman devin kır atını kaçınp kapınıza elbet getireceğim. Yalnız bana güvenin, ferman buyurun, ben de yerine getireyim, deyince, padişah, Keloğlanın bu uslu akıllı sözlerini, oyunlarını ve de düzenlerini dinlemiş de, yüzü gülesi olmuş, gönlü olmuş. Keloğlan da destur alıp dağların ardına yollanmış. Gide gide giderek, kâh yürüyüp, kâh sekerek, keselerden dönerek, derelerden geçerek, bu devler ağasının evine ulaşmış. Önce öteye, beriye bakınmış, kıyıyı köşeyi yoklamış. Kimseyi göremeyince, yavaşça ahıra girmiş de, kır atı çözmek istemiş. Lakin kır at, Keloğlanın gelişini sezmiş de, şahlanmaya, kişnemeye başlamış. Keloğlan da bu atın ipini, kösteğini çözüp dışarı çıkaramamış. Devler ağasının ta uzaktan “höst höst, dur hele, geldim hele” dediğini duyunca, hemen davranıp ot balyalarının arasına girmiş, saklanmış.
Bu dev yürüyüp gelmiş. Atının sağrısına şaplaklar indirmiş de:
– Höst, höst, sen her zaman böyle kişnemez, yemlikleri tekmelemezdin. Ne oldun, ortalığı kırmış, geçirmişsin, hem de kudurmuşsun, demiş de, duvardan kamçısını almış, kır atı dövmüş, dövmüş de, kafasına kafasına vurmuş. Sayıp söverek çıkıp gittikten sonra, Keloğlan ot balyalarının arasından çıkmış, gelmiş, kır atın kolanını, kösteğini çözmüş. Sahibine gücenen kır at bu sefer ne kişnemiş, ne de şahlanmış. Keloğlanın peşinden tin tin yürümüş de, ahırdan çıkmış. Biraz uzaklaştıktan sonra, Keloğlan, kır atın sırtına atlamış da sürmüş, sabaha karşı kasabaya varmış, sarayın kapısına ulaşmış, padişaha haber salmış. Saraydan çıkıp avluya inen padişaha atı teslim etmiş. Padişah, Keloğlanın bu marifetinden memnun kalmış, bir kese altına bir kese daha katarak bağışını vermiş. Sırtını sıvazlayıp övmüş, alkışlamış.
Aradan birkaç gün daha geçmiş. Padişahın tellâlı yine çarşıyı dolaşıp, bağırmaya başlamış:
– Ey ahali, padişahın itaatli kulları, her kim şu dağların ardındaki devler ağasının zilliye de çıngıraklı yorganını alıp getirirse, kendisi hoşnut edilecek, iki kese altın bağış verilecek, sırtına da kaftan giydirilecek. Ey ahali, duyduk, duymadık, bildik, bilmedik demeyin ha!..
Bunu duyan Keloğlan, ağalarına haber vermiş, doğru padişahın sarayına yollanmış. Kapıdan haber yollamış, doğru huzura çıkmış. Yedi yerden temenna etmiş de, karşısında edeple durmuş:
– Şu dağların ardındaki devler ağasının zilli, çıngıraklı yorganını alıp getireceğim. Destur ver padişahım, deyince, padişah, Keloğlanın aklını, tedbirini, oyunlarını, düzenlerini daha önceden sınamış olduğundan, keyfinden kah kah gülmüş de, safasından kas kas kasılmış. Bu Keloğlana:
– Haydi Keloğlan, yolun açık olsun, selametle git de, başarıyla dön, gel, demiş, sırtını sıvazlamış, övmüş, alkışlamış.
Keloğlan, padişahtan destur alıp besmele çekmiş, yola çıkmış, dağların ardına yollanmış. Gide gide giderek, kâh yürüyüp kâh sekerek, keselerden dönerek, derelerden geçerek, bu devler ağasının evine yollanmış. Önce öteye beriye bakınmış, kıyıyı, köşeyi yoklamış. İlkin ahırın damına, sonra kilerin penceresine, oradan da evin damına çıkmış. Daha önceden ucu çengelli bir ip hazırlamış. Onu belinden çözmüş. Devler ağasının yattığı odanın üstüne gelmiş. Yavaş yavaş damdaki kiremitlerin birkaçını kaldırmış. Padavra tahtalarım aralamış. Aşağıdan bu devler ağasının horultusu tavanı da, damı da zangırdatıyormuş. Açılan aralıktan aşağıya bakmış ki, tam yatağın üstü. Ucu çengelli ipini sarkıtmış. Yorgana usulca taktırmış, yavaş yavaş, sezdirmeden yukarı çekmeye başlamış. Zilli ve çıngıraklı yorgan hafiften şıngırdayıp çıngırdamaya başlamış, ama devler ağasının horultusu bunu bastırıyormuş. Ama yine de vücudu ayazlayınca, bu devler ağası, uyanır gibi olmuş. Yorganı, yanında yatan karısının çektiğini sanmış:
– Ulan karı, çekme yorganı, üşüdüm hele!.. diye bağırıp böğürmeye başlayınca, Keloğlan duralamış. Karısı da, zilli yorganı kocasının çektiğini sanır da:
– Hele herif, devlerin dizmanı, canavarların azmanı herif, çekme yorganı, buydum, dona yazdım, hele!.. diye car car bağırmaya girişmiş. Karşılıklı bir süre çekişip kavga etmişler. Bir aralık bu devin aklı başına gelmiş de, şöyle yukarıya göz ucuyla bakmış. Çengelli ipi, havada asılı duran zilli yorganı, damın aralığından çıldır çıldır bakan gök gözlü Keloğlanı görmesiyle, sıçrayıp yorganı çekmiş. Yorgan da, ipin ucundaki Keloğlan da teker meker, çıngır mıngır aşağıya yuvarlanıp inmişler. Hemen bu Keloğlanı bir çuvalın içine tıkmış da, ağzını bağlamış, götürüp kilerin tavanına çekip asmış. Bu işleri yaparken, bir yandan da ağzım şapırdatırmış:
– Hele Keloğlan, körpe oğlan, kemikleri çıtır çıtır ince oğlan. Otuz dokuzunuz kaçtı, elimden kurtuldu, ama en güzeli elime geçti. Ben seni sabah kahvaltısında yemez miyim? Etini közde pişirip, kemiklerinle birlikte yalayıp yutmaz mıyım? diye söylene söylene gelmiş yatmış.
Aradan bir zaman geçmiş. Devler ağasının horultusu yine duvarları inletip sarsmaya başlamış. Keloğlan da cebinden çakısını çıkarıp çuvalın ağzını açarak dışarı çıkmış. Yavaşça aşağı inip, ahırdan bu devin alaca buzağısını kucaklayıp getirmiş. Çuvalın içine koymuş. Ağzını da bağlayarak tavana çekmiş.
Sabah olmuş. Tanyerleri ağarmış. Bu devle karısı kalkmışlar. Dev kilere gelirken, karısı da ocağı yakıp hazırlamış. Devler ağası kilerdeki çuvala yumruğuyla bir vurmuş:
– Hele Keloğlan, Körpe oğlan, kemikleri çıtır çıtır ince, eti de gevrek oğlan, derken, çuvaldan buzağının sesi gelmiş. Dev duralamış, bu işe şaşmış:
– Ulan Keloğlan, körpe oğlan, kemikleri çıtır çıtır, eti gevrek oğlan, hele hele, oyuncu, düzenci, yaman oğlan. Benim alaca buzağımın sesine ne güzel de benzetiyorsun! demiş. Keloğlan da saklandığı yerden:
– Halt etme, devler dizmanı, benim beş kuruşumu ver, hele! diye boğuk boğuk seslenmiş. Bu devler ağası, oraya koşmuş, buraya koşmuş, avluya çıkmış, ahıra girmiş. Keloğlan da kancalı ipi ile zilli yorganı çekmiş. Bu ahırdayken, damdan atlayıp kaçmış. Bu dev, hâlâ ortalıkta dolanır, bağırırmış:
– Keloğlan, körpe oğlan, kemikleri çıtır çıtır, eti de gevrek oğlan, al beş kuruşunu, bahşişini de vereyim, diyerek, ağzının suyunu akıta akıta dolanır dururken, bu Keloğlan atını sürmüş, kasabaya gelmiş de, huzura çıkıp zilli ve de çıngıraklı yorganı padişahın önüne sermiş. Padişahtır, Keloğlanın bu marifetinden memnun kalmış, iki kese altına bir kese daha katarak bağışını vermiş. Sırtını da sıvazlayıp övmüş, alkışlamış.
Aradan birkaç gün daha geçmiş. Padişahın tellâlı yine çarşıyı dolanıp bağırmaya başlamış:
– Ey ahali, padişahın sadık kulları, her kim şu dağların ardındaki devler ağasını, ölü ya da diri yakalayıp getirirse, kendisi memnun edilecek, bir çuval altın bağış verilecek, sırtına kaftan giydirilecek, kendisi vezir edilecek. Ey ahali, duyduk, duymadık, bildik, bilmedik demeyin ha!..
Bunu duyan Keloğlan, ağalarına haber vermiş, doğru padişahın sarayına yollanmış. Kapıdan haber yollamış da, doğru huzuruna çıkmış. Yedi yerden temenna etmiş de karşısında edeple durmuş:
– Şu dağların ardındaki devler ağasını, ölü ya da diri, kaldırıp padişahımın huzuruna getirmek muradımdır. Destur ver, şahım, deyince,
padişah, Keloğlanın aklını tedbirini, oyunlarını, düzenlerini daha önceden sınamış olduğundan, keyfinden kah kah gülmüş de, safasından kas kas kasılmış. Bu Keloğlana:
– Haydi Keloğlan, aklı, tedbiri yüce oğlan, yolun açık olsun. Selametle git de, başarı ile dön gel, demiş, sırtını sıvazlamış, övmüş, alkışlamış.
Bu Keloğlan padişahtan destur almış, çarşıya çıkmış. Demirden büyük bir kafes yaptırmış. Bir arabanın üstüne yerleştirmiş. İçine de dört adam ölüsü koymuş. Geceden sürmüş, yola çıkmış, dağların ardına yollanmış. Bu devler ağasının evine sabahleyin ulaşmış. Dışarıdan buna seslenmiş, çağırmış:
– Hey devler ağası, sana sabah kahvaltısı getirdim, hele kalk bakalım, hey!..
Kafesin kapağını açmış da, kendisi bir yana çekilmiş, saklanmış.
Devler ağası yarı uyur, yarı uyanık dışarı fırlamış, bu kafesin içindekileri görünce, aklı tedbiri iyice şaşmış. Karnı da iyice açmış. Koşmuş, kafesin içine dalmış. Keloğlan da, gizliden çıkıp kafesin kapısını kapamasıyla sürgüsünü sürmüş. Arabanın sekisine oturmuş, atları kamçılamış, sürmüş, dört nala kasabaya ulaşmış. Doğru sarayın avlusuna girmiş. Padişaha haber salmış. Padişah inmiş, gelmiş. Keloğlanın bu marifetinden memnun kalmış. Sırtını sıvazlamış, övmüş, alkışlamış. Sırtına kaftan giydirmiş, başına sorguç takmış, kendisine vezir etmiş. Hazineden çıkardıkları bir çuval altını getirip Keloğlanın önüne koymuşlar.
Keloğlan geçmiş, vezir konağına oturmuş. Otuz dokuz kardeşine haber salmış. Bir çuval altını onlara teslim etmiş. Ana babalarını köyden getirtmişler. Konak tutup yerleştirmişler. O güne kadar çalışıp çabalayıp derledikleri altınları paylaşıp evlenmişler. Evlerine geçip oturmuşlar.
Kafes içindeki devi de cellatlara teslim etmiş bu Keloğlan. Nice yıllar, akılla, tedbirle, olmayınca da, oyunla, düzenle hüküm sürmüş.
Yemişler, içmişler, muratlarına ermişler. Adlarını masallarını bize bırakmışlar.
Tahir Alangu
Keloğlan Masalları
YKY Yayınları/2018