Ali Cengiz Oyunu
Bir varmış, bir yokmuş, Tanrının kulu çokmuş. Çok demeci, yok demesi günahmış. Bir kadıncağızın pek yakışıklı, çok becerikli, bir tek oğulcağızı varmış. Bu kadın, oğlunu •araya, padişahın hizmetine vermeği uygun bulmuş. Günlerde bir gün bu padişahın canı sıkılır. Çevresindekilerin anlattıklarını dinler, hünerlerini seyreder de hiçbirini beğenmez. Kaşları çatılmış bir türlü açılmaz. Huzurda kimsede ağız açmağa cesâret yok. Emirle, fermanla kıpırdıyorlar. Divanhânede herkes dim dik, el pençe divân bekler, diklir de, oldukları yerde küçülürken, padişahın lâlâsıdır, ileri çıkıp:
— Fermanın olursa padişahım, çengiler, çalgılar, canbâz, hokka bâz, perendebâz, sihirbâzları çağıralım, gelsinler, efendimizi oyalasınlar.
Diye bir bir saydıysa da, padişah, her söylenene elinin tersini çevirip dudak bile oynatmadan burnunu kıvırıp reddetmiş de, sonunda ölgün, bezgin bir sesle:
— İçinizde ‘Ali Cengiz Oyunu’nu bir bilen var mıdır?
Diye soracak olmuş. Divanhânedekiler padişahın dudaklarının kıpırdadığını görmüşler, kulak kesilmişler de, bir türlü sözlerini duymak mutluluğuna erememişler. Bunlar şaşkın şaşkın neler oluyor diye ba ktşırlarken, kıpırdaşırlarken lâlâ, kapı önlerinde, duvar, pencere diplerinde küme küme dikilenlerden bir bölüğe yaklaşmış, padişahın sözlerini fısıldamış. Koca divanhânede bir kıpırdanma, kulaktan kulağa bir fısıldaşmadır gitmiş. Lâf ebesi, emir kölesi, saçak öpenlerden, takla atanlardan, masal, hikâye düzenlerden, iki kat el uğuşturup yalan düzenlerden kimse bu oyunu bilip çıkaramamışlar. Bilmezlermiş ama, bir bölük hazır yiyicinin, çanak yalayıcının, böyle dar zamanda işe ya ramayışı, yarar bir yol yordam bulamayışı, padişahı pek kızdıracağından, içlerinden kimse ileri varıp birşey bilmediklerini söylemeğe yanaşmamış. Oracıkta gözleri yere çakılı, dim dik, kavuklu mezar taşları gibi dikli kalmışlar.
Şu kadıncağızın pek yakışıklı, çok becerikli biricik oğlu da, loş bir köşede, bir perde ardına sinmiş, oradan olup biteni seyreder, kulaktan kulağa fısıldananları yarım yamalak duyar, duymadığını da aklından tamamlarmış. Bu derecede gözleri açık, aklı uyanık, kulakları da iyice delik bir oğlanmış. Bakar ki, kimselerde ses, hem nefes yok, herkes kaçacak delik arar da, ecel terleri döker. Bu, hemen, fırsat bu fırsattır diye davranır, ortaya atılır, yüksek sesle:
— Padişahım, izniniz, fermanınız olursa gider, öğrenir, tez vakitte döner, gelirim.
Diye bağırır da, sinek uçsa kanatlarının sesi duyulacak koca salonu çın çın çınlatır. Mezar taşlan yerlerinden şöyle bir kıpırdarlar, bakarlar ki konuşan bir tüysüz oğlandır. Bir yandan kopacak fırtınayı böylece savdıklarına sevinirlerken, bir yandan da “Bu tüysüz oğlan bunca devletliyi bir yana iteler de, sonunda padişahın müsâhibi olur mu’’ diye yüreklerine bir kuşkudur, kurttur düşer.
Padişahtır, oğlanın bu pervasız, atak davranışından hoşlanıp hemen iki kaşının düğümü çözülür, yüzü açılır. İzin ile ihsân verip, bu oğlanı, ‘Ali Cengiz Oyunu’nu öğrenmeğe gönderir.
Bu oğlan, dönüp evine gelir, anasının elini öper, duasını alır, heybesini sırtlar, düşer yolların tozuna, düzüne, hem uzununa. Ali Cengiz’in yerini, yurdunu sora sora, dönüp, dolaşıp, izleyip giderken, bir gün gurbet yollarında sırtı abalı, şalvarı tüm yamalı, yeşil cüppeli, yeşil sarıklı, eli teberli, ağzı dualı bir derviş babaya karşı gelir, derviş baba buna:
— Uğurlar ola evlâdım, nerden gelip, nereye gidersin?
Diye sordukta oğlan da:
— Eyvallah derviş baba, Tanrı’nın bildiğini kuldan niye saklıyayım, bir ‘Ali Cengiz Oyunu’ varmış onu öğrenmeğe gidiyorum.
Deyince, bu derviş baba da sakalını sıvazlayıp:
— Ya bu oyunu, nereden, kimden öğreneceğini bilir misin?
Demiş. Oğlan da:
— Ali Cengiz adında birisi varmış, sora, izliye gidiyorum, onun yanına varıp öğreneceğim…
Derviş baba da:
— Ama bu Ali Cengiz dediklerinin yolu çok uzundur. Onun öğreteceğini ben de bilirim. Düş ardıma, yürü yoluma.
Deyip, bu oğlanı peşine takıp sarp dağ yollarına vurur, yavaş yavaş canlıların gezip dolaştığı yerlerden uzaklaşırlar. Karanlık dağların ortalarına girmişler ki, kuş uçmaz, kervan göçmez, şü yerlerde ne insan, ne de hayvan izi görünmez. Gide gide bir büyük mağaranın ağzına gelirler, içine girerler, bir zaman da içinde yürürler. Sonunda bu derviş babanın oturduğu bölüğe gelip, derviş baba, bu oğlanı, otursun diye bir odaya bırakır. Oğlan, bir zaman sabırla oturur, bekler ki, derviş baba bir türlü gelmez. Canı sıkılır, dışarı çıkar. Bütün mağaranın yanını, yöresini dolaşır da sonunda döner, bitişiğindeki odaya gelir. Kapısını açar, bir de ne görsün? Ayın ondördü gibi bir kız oturmuş, bir yandan gergef işler, bir yandan da iki gözü iki çeşme yaşlar döker. Oğlan buna.
İn misin, cin misin? Gelin misin, kız mısın?
Diye sordukta, kız da durup.
Ne inim, ne cinim. Senin gibi kişi oğluyum. Zavallı anamın bir tek kızıyım.
Diye karşılık verince, oğlan da:
— Peki ama buralara nerelerden geldin, nasıl oldu da düştün? Deyince kız da:
— Tanrı böyle yazmış yazımı. Çocuktum, her gün mektebe gider gelirdim. Seni alıp buralara getiren derviş baba beni de kandırıp getirdi, bu odaya kapattı. Beni okutmağa çalıştı ise de yolunu bilemedim. Sonra tuttu beni bu odaya, gergefin başına oturttu. Yol bilmem, iz bilmem. Burada gergef işleyip, şurada oturuyorum, orada da yatıyorum.
Sonra yerinden kalkıp oğlanın elinden tutar, bir gizli kapının ardındaki bir kuyunun başına götürür, kapağını kaldırır. Bu kuyu ağzına kadar adam leşi ile doludur. Kokusuna da, görünüşüne de dayanılmaz. Bu oğlanın gönlü bulanıp aklı da başından gidip yere düşer bayılır. Kız oradan buna hemen ruhlar koklatır, elini, ayağını ovalayıp ayıltır. Oğlanın aklı başına gelince kız da:
— İşte yiğidim, beni iyice dinle, bu derviş sana ne okutursa sen diren, tersine oku. Aman yanılıp da benim gibi doğru okumayasın, ne sen, ne ben buralardan kurtulamayız.
Diye uzun uzun öğütler. Sonunda oğlan bu tedbir üzerine birleşip kalkar, oturduğu odaya, gelir. Orada dervişi beklemeğe başlar.
Derviş baba, bir zaman sonra etekleri savrularak, göbeğini hoplatarak, külahını düzeltip dişlerini karıştırarak gelir,
— Gel oğlum, seni okutayım.
Deyip, oğlan iki dizi üzerine çökünce, önüne bir rahle koyar, üzerine bir koca kara kaplı kitap açar. Başlarlar okumağa. Deryiş baba ‘elif’ derse, bu oğlan:
Direktir, direk. Çatal saplı kürek.
Diye direk direk bağırır. Derviş baba ‘Be’ derse yine bu oğlan:
Teknedir, tekne. Hamur yoğur içinde.
Diye boğuk boğuk böğürür. Hangi harfi söylese bir söz çalımı, lâf gelimi, mani biçimi uydurur da, bangır bangır bağırırmış ki, kulak dayanmaz. Elifbenin daha sonu gelmeden dervişin başı kazana döner de, ne diyeceğini, ne edeceğini iyice şaşırır, o da çocukla birlikte.
Gayın, gayın, Galata, Manavlarda salata. Salatayı kim yer? Kâratadır, kârata.
Diye bir ağızdan makamla bağırıp sallanmağa başlamaz mı? Biraz sonra sıra ‘ka’ harfine gelince, oğlan, bir makam tutturur:
Ka dedimse karga. Karga, karga, gak dedi. Bindi vara, vak dedi.
Diye başlıyarak ucu bucağı gelmez bir tekerlemeye girişir, dervişi de peşine takarak, höyküre, höyküre, sallana, saltana, dersi bir yana korlar da, ağızları köpürene, güçten kesilene, içleri ezim ezim ezilene kadar bağırıp zikrederler; sonunda sırt üstü düşerler. Derviş baba, bir ara şöyle bir kendine gelir.
— Hay, bu ne oğlandır, kim, kime, ne öğretiyor, aman bu yaşta, bu ustalıkla beni oyuna getirir de, külâhımı düşürür. Bre oğlan, seni bir iyi döğmeden kor muyum?
Deyip bu oğlanı falakaya yatırarak bir güzel döğer, döğer de, nefesi iyice tükenip sonunda. Ali Cengiz kitabını açar, ondan okutmağa girişir. Derviş hangi sayfayı açtıysa, oğlan, baştan ayağa ters söyler, temsil düzer, lâf düşürür, mani uydurur, cinâs çıkarır. Oysa bu oğlan, bir yandan gizlice tekmil kitabı sayfa sayfa ezber edermiş. Bu derviş baba da ayak direr, bir kaç gün döğe, söğe, kâh kendi bağırıp çocuğa dinleterek, çok kere çocuğun okumasına takılıp tekerlemeler çağırarak sonunda ne bildiğini, ne öğreteceğini de iyice şaşırır, ipin ucunu tekmil kaçırır. Akibet bu derviş, bu oğlanı, ‘Elbette okumaz, yaradılıştan haylazdır.’ diye döğe döğe kaldırıp dağdan aşağı sürer, ovaya, kervanların izleyip geçtiği yollara götürür, bırakır.
Oradan oğlan yolu tutup birkaç gün içinde doğru anasının evine gelir:
— Aman anacığım, çok çektim, çok dayak yedim, ama Ali Cengiz kitabını hatmettim. Şimdi de işe başlasam gerektir. Ben yarın bir at kılığına girerim. Beni alıp doğru saraya götürürsün, padişaha para ile satarsın. Ama olmıya ki yularımı veresin. Bu yular satılık değildir, der, alır dönersin.
Der yatar, uyur. Sabah oldukta bu kadın kalkar, bakar ki, oğlan yatağında yoktur, birden aklına akşam konuştukları gelir. Ahıra koşar ki, yemliğe bağlı bir al at orada durur. Kuyruğu havada, kulakları oynar, gözleri de fırıl fırıl parlar döner. Kadın, bunu yularından tutup doğru saraya götürür, padişaha satar. Bir kese altın alıp kıldan örme yularını çözüp alır, doğru evine gelir. Gece olup tam yatacağı sıra birden kapı açılır, bu oğlan çıka gelir.
— Aman anacığım, bugün çok güzel yaptın, yakıştırdın. Ben yarın da beşli bir koç kılığına gireceğim. Eski düzen üzere beni alır, saraya götürür, padişaha satarsın.
Der, odasına çekilir yatar. O gece yatıp sabah oldukta kadın kalkar, bakar ki bu oğlan yatağında yoktur, birden aklına gece konuştukları gelir, ahıra koşar ki burnu kemerli, kıvrım kıvrım boynuzlu, Karaman’dır kuyruklu, bir koca koç yemliğe bağlı durur. Anası ipini çözer, çeke çeke doğru saraya götürürken yolda derviş babaya karşı gelirler. Derviş şöyle yan gözle koça bir bakar ki, gözleri çıldır çıldır oynuyor. Hemen olanları iyice anlar. Kendi kendine:
— Vay kurnaz oğlan, vay ne melûn imişsin, kitabı bir tamam belledin. Sonunda beni kafese koyup sakalıma güldün, hünerimi de aldın elimden, öyle mi?
Deyip ateş başına sıçrayıp hemen kadının yolunu keser, önüne durur:
— Aman anacığım, al şu paraları da şu koçu bana sat.
Diye direnir durur. Kadın da şaşırıp keseyi alır, koçun ipini tam dervişin eline vereceği sırada, oğlandır, bir kuş olup ‘Pırrr!’ diye havalanır uçar. Derviş baba da bunun ardından hemen bir atmaca olur da peşine düşer, tutmağa. Biçâre kadıncağız bu olanlara şaşar da, orada dikili kalır. Bunlar yıldırım gibi uçarak birbiri peşinden padişahın sarayına girerler, padişah dahi balkonda oturmuş, etrafı seyrederken, kuş bir al elma olup kucağına düşer. Atmaca da hemen bir koca sakallı, sırtı abalı derviş kılığına girer de balkondan içeri:
— Selâmüaleyküm padişahım, şu kucağına düşen al elma benimdir.
Deyip yanaşır. Padişah şöyle bir dervişe bakıp elmanın güzelliğine hayran kalır:
— Aleykümselâm derviş baba, bu elma elbette benimdir, hem padişah kucağından mal istemek nerde görülmüştür? Ama yine de şahların gönlü ganî olur, kemâli bir elmadır, gönlün üstünde kalmıştır, bana hayretmez, al sana bağışladım.
Deyip elmayı derviş babaya verirken birden elinden darı olup yerlere saçılır Derviş de hemen bir tavuğa dönüp darılan gagalayıp toplamağa girişir. Hemen bu darılar bir yere derlenip tor top olur, bir sansara döner de tavuğun ensesine çöküp boğuverir. Ardından bu sansar iki silkinir, önceki kılığında bir yiğit oğlan olur, çıkar, baş keser, diz çöker, padişaha selâm verir. Padişah da bu hâle çok şaşar:
— Vay sen misin, ay oğlan? Gittin, gördün mü, okudun, bildin mi, Ali Cengiz’in evini buldun mu, hünerlerini aldın da geldin mi?
Diye sorunca oğlan da:
— Evet sultanım, gittim, gördüm, ters okudum, doğru belledim, derviş babayı oyunla, düzenle eğledim. İşte huzurunuzda ‘Ali Cengiz Oyunu’nu bir tamam oynadım. Bu derviş, bu tavuk benim ustamdı. Hünerini aldığımı bilip beni öldürmeğe çabaladı. Ben de üste çıkıp onu tepeledim.
Deyip kesti, arka arka gidip el pençe divân durdu. Bütün orada huzurda bulunanların külâhları başlarından düşüp, şaşkınlıktan parmaklarını ısırdılar.
— Gerçekten akıllı, hünerli, mâhir yiğit imiş.
Diyerek alkışladılar, övdüler.
Bu işler padişahın çok hoşuna gidip, olup bitenleri, oğlandan baştan sona bir kere daha dinledi. Çok altınlar verip baş müsâhibi yaptı, anasına da bir büyük konak bağışladı. Eğlencede de, sohbette de, devlet işlerinde de bunu yanından ayırmaz oldu. Oradan oğlan padişahtan izin alıp dağdaki mağaraya gitti. Kendisine yo) gösteren, akıl veren, gergef işliyen kızı kurtarıp, dervişin ölüm haberini verdi. Birlikte konaklarına döndüler. Düğün, dernek kurulup, kırk gün, kırk gece şenlikler yapıldı. Konuk gelenlere de, yoldan gelip, geçenlere de sofra sofra yemekler çıkarıldı, yenildi, içildi de, kırk birinci gün geldikte, bunlar odalarına çekilip herkes yerine, yurduna dağıldı. Oğlan da anası, karısı ile mutluluk içinde uzun yıllar yaşadılar. Onlar ermiş muradına darısı bizim başımıza.
Billur Köşk Masalları
Tahir Alangu
Remzi Kitabevi
Ankara- 1961