Keloğlan ile Üç Cambaz
Bir varmış, bir yokmuş. Tanrının kulu çokmuş. Çok yemesi, çok demesi günahmış. Vaktin birinde bir Keloğlan varmış. Köyün birinde kendi halinde yaşar, çifti çubuğu peşinde koşar, uğraşır dururmuş. Tarlasından azığını, ineğinden ağartısını, katığını, dağdan odununu denkleştirir, kıt kanaat geçinir gidermiş. Günün birinde bu Keloğlanın harçlığı tükenmiş, cebi delinmiş, çaresiz kalmış. Eşeğini satmak için almış, pazara çıkarmış. Yularını koluna takmış da, öteye beriye dolaşır dururken, oralarda vurgun peşinde dönüp dolanan cambazlardan üçü, bir zaman bunu kıyıdan köşeden gözleyip peşinden izledikten, eşeği de haylice gözledikten sonra, yanına yaklaşmışlar. Hayvanın sırtını, ardını, döşünü ve karnını elleyip yokladıktan sonra satın alıcı olmuşlar, pey sürüp pazarlığa girişmişler. Kırk köyde, dört bucakta da kurnazlıklarıyla, düzenbazlıklarıyla ad çıkarmış, ün salmış olan bu cambazlar, eşeği kim vurdu diye getirip kelepir düşürmeye, kapatıp yürütmeye çalışmışlar. Tatlı diller döküp üstü açılmadık oyunlarını, düzenlerini indirip bindirmişler, ama bir türlü Keloğlan’ın inadını kırıp kandıramamışlar, pazarlıkta da uyuşamamışlar. Bir aralık denk getirip, ikisi Keloğlana binbir dereden laf söz getirip oyalarken, üçüncüsü de Keloğlan’a sezdirmeden eşeğin kuyruğunun ucunu kesip cebine sokuvermiş. Eşeğin değerini düşürüp Keloğlandan hınç almak istemişler. Hemen ortalıktan silinip savuşmuşlar.
Keloğlan’dır bu öte beri dolanıp dururken, çok geçmemiş, bu cambazların ettikleri oyunu anlamış. Kel kafası iyice kızmış, gözleri gazaptan belermiş, içinden coşmuş da, dışından küfürleri basmış. Yine de yüreği soğumamış. O diyarda eşek çok para ettiğinden zararına mı yansın, uğradığı hakarete mi döğünsün, bilememiş. Bu cambazları dar yerde kıstırıp öcünü almadan edemeyeceğini anlamış, and içmiş, değnek atlamış, yeminler kasemler etmiş. Pazardan ayrılmış, tenha bir köşede, eşeğin kuyruğunun altına bir gümüş lira yapıştırmış. Sonra dönüp pazar yerine gelmiş. Kalabalığın orta yerinde durmuş, dört bir yana dönerek bağırmaya başlamış:
– Eşek satarım, eşek satarım, Arpa yer, gümüş lira çıkarır. Eşek satarım, eşek satarım, Arpa yer, gümüş lira çıkarır.
Pazardaki cambazlar, bu Keloğlan’la eşeğinin çevresini sarmışlar, aklını kaçırdı sanarak alay etmek istemişlersede, Keloğlan, eşeğin kuyruğunu kaldırıp gümüş lirayı gösterince, hemen davranmışlar, pey sürüp pazarlığa girişmişler, fiyat yükseltip birbirleriyle itişip, “Sen almayacaksın, ben alacağım” diye çekişmeye başlamışlar. Pey, pazarlık, çekişme ve tepişmeler sonunda ortalık aralanmış, şu üç ortak cambazlar yüz lira saymışlar, eşeğin yularından tutup evlerine yollanmışlar. Eşeği ahıra çekip önüne bolca arpa dökmüşler, yanına da bakraçla suyunu koymuşlar. Ahırın üstündeki odaya çıkıp sabahı beklemişler. Ama bu cambazlardan birinin kirpikli gözlerini uyku tutmamış, çil çil liracıkları tıka basa heybelere nasıl dolduracağını düşünerek sabahı güç hal etmiş.
Keloğlan’ın aç eşeği yemliği dolduran arpaları tüketesiye yemiş, tek tane koymamış, yemliği yalamış. Bakraçtaki suyu da üstüne içince, şişip çatlamış, kapının ardına yığılıp yatmış, nalları dikmiş.
Güç hâl ile sabahı eden, yarı uyur, yarı uyanık çil liracıkların düşüyle kıvranıp duran cambaz, gün ışıyınca davranıp ahırın kapısına gelmiş. İtelemiş, açamamış, zorlamış, mümkünü yok aralayamamış. “Her hal, şu gümüş liralar kapının dibine iyice kümelendi de ondan açamıyorum” diye düşünmüş. Gözünün tekini kapının deliğine uydurup içeriye baksın ki, ne görsün? Pırıl pırıl bir şeyler parlıyor, şavklanıyor. Cambaz, bunu gümüş lira yığını sanmış da, etekleri zil çalaraktan, sevincinden sırıtıp sırtararaktan ortaklarını uyandırmaya koşmuş. Ama kapının budak deliğinden gördüğü parıltı eşeğin nalları imiş.
Arkadaşları uykudan uyanıp, üçü de merdivenlerden paldır küldür tekerlenerek inmişler. Ahırın kapısına koşmuşlar. Önce gözlerini budak deliğine uydurup parıltılara bakmışlar. Sevinçlerinden sırıtıp sırtararak, el şaklatıp parmaklarıyla şıkırdım ederek kapının önünde bir süre oynamışlar. Sonra da kapıya yüklenmişler, “hay hop, hak hak!” diye diye iteleyip aramışlar, zorlaya zorlaya içeriye girmişler ki, ne görseler iyi? Eşek yemiş arpayı, içmiş suyu, şişip çatlamış, nalları dikip sırt üstü yaslanmış. Ellerini yüzlerine vurup, göğüslerini de güm güm yumruklayarak Keloğlana sövmüşler. Yürekleri soğumamış bir oyun edip öçlerini almaya kavil karar, yemin kasem etmişler.
Keloğlan, bu cambazların kendini arayıp bulacaklarını, yolunu yordamını arayıp ettiği oyunun acısını çıkaracaklarını bildiğinden, hazırlıklara girişmiş, oyuna karşı oyun düzenlemiş. İki tavşan alarak evine gelmiş, karısına demiş ki:
– Bugün evi bir güzel düzene koyar, hazırlarsın. Bir iki kap da yemek yaparsın. Kara koyunu keseceğim, bacağından tavanın merteğine asarsın. Bu tavşanlardan birini hamur teknesinin altına kapatıyorum, sakla da kaçırma. Ben şimdi öteki tavşanı alıp tarlaya çifte gidiyorum. Üç cambaz gelecek, biri kısarak, öteki ortaca beserek, öbürü de uzunca ahmak. Beni sorarlarsa, içeri almaz, fazla laf etmez, bana tarlaya gönderirsin, diyerek, uzun uzadıya anlatmış, birkaç kez tekrarlatmış, iyice belletmiş. Keloğlan tavşanın birini alıp tarlaya yollanmış. Aradan çok geçmemiş, bu cambazlar çarşıyı dolanmışlar, sorup soruşturmuşlar, Keloğlanı bulamayınca, evini köyünü öğrenip kapıya dayanmışlar. Keloğlanın karısı, kapının aralığından kocasının tarlada olduğunu söyleyince, üç cambaz davranıp tarlanın yolunu tutmuş. Yanaşmışlar, bakmışlar ki, Keloğlanı çift sürerken, öküz haydayıp türkü çağırırken bulmuşlar. Koşup yakasına yapışmışlar.
– Bire kuldan arlanmaz, Tanrıdan utanmaz, bize oyun edersin, dekten atarsın ha! Ya paramızı verirsin ya da seni hemen şurada öldüresiye döveriz. Aman Müslümanlar, şu Keloğlanın bize ettikleri! diye çırpınmaya, Keloğlanı tartaklamaya başlamışlar. Keloğlan bir durmuş, hiç de telâşeye vermemiş:
– Aman ağalar, hele durun, bir soluk alın. Bir yanlışlık oldu. Gümüş lira çıkaran eşeğimi evde bırakmış, size öteki eşeğimi getirmişim. Yanlış hesap Bağdat’tan döner, kusura bakmayın. Hele size ötekini vereyim, eşekleri değiştirelim, demiş. Cambazlar kızmışlar, köpürmüşler yerlerinde duramaz olmuşlar:
– Aman bir oyun, yine de bir oyun, eşek filan senin olsun. Biz paramızı isteriz, hele paracıklarımız gelsin, yoksa seni kıyım kıyım doğrarız, ufalar bitiririz, diye çırpınmaya, Keloğlan’ı sarsalamaya girişmişler. Bu Keloğlan pek durmuş, hiç de telâşeye vermemiş:
– Aman ağalar, hele tek durun, bir soluk alın. Yanımda para yok. Bu akşam bizim evde konuk kalın. Paranızı denkleştirip vereyim. Yarın sabaha hayırlısıyla kasabaya dönersiniz. Üç cambaz bakmış ki, olacak gibi değil, Keloğlan’ın dediğini kabul etmişler. Keloğlan da torbasından tavşanı tutup çıkarmış, kulağına eğilmiş:
– Uzun kulaklı, tetik ayaklı, ak akçe tavşan, pak pakça tavşan, doğru bizim eve koş, akşama üç konukla geleceğimi ablana söyle. Evi düzenlesin, odayı hazırlasın, birkaç kap yemeği pişirip kotarsın. Kara koyunu da kestirip tavana assın. Gelince böleriz budarız, kebap ederiz. Haydi yallah!.. deyip, tavşanı bırakmış. Tavşandır, bir duralamış, kulaklarını oynatmış, sekip sıçrayarak seğirtmiş, göz açıp kapayasıya ortalıktan silinip gitmiş.
Üç cambaz bu işe pek şaşmış. İnanası olmamışlar. Ama bakmışlar ki, Keloğlan sıkı duruyor, önemseyerek konuşuyor, hiç şaka edere benzemiyor. Birbirlerine bakmışlar, “Hele bakalım, akşam olsun da bir görelim, Keloğlan’ın evine gidelim anlayalım, tek duralım da oyuna gelmeyelim” diye aralarında fısıldaşmışlar.
Gün dönmüş, Keloğlan’la birlikte, öküzleri önlerine katıp eve dönmüşler. İçeriye girmişler, bakmışlar ki bu Keloğlan’ın akça tavşana tembihlediği şeylerin hepsi yapılmış, oda düzene konulmuş, yemekler hazırlanmış. Keloğlan hamur teknesini ucundan kaldırıp akça tavşanı kulaklarından tutup çıkarınca, sırtını okşamaya başlayınca şaşıp kalmışlar. Bu, laftan anlayan, habercilik eden akıllı tavşana gözlerini dikmişler, derin düşüncelere varmışlar, sakallarını sıvazlayıp başlarını kaldırmışlar ki, kara koyun kesilip yüzülüp tavana asılmış. Bu üç cambaz olup bitenler karşısında gümüş lira çıkaran eşeği de boş yere ödedikleri paraları da unutmuşlar. Bu söz dinler, iş görür, haber ulaştırır, marifetli tavşanı, yapıp yakıştırıp Keloğlan’ın elinden almaya koyulmuşlar.
– Aman Keloğlan, etme Keloğlan, bizi bağışla Keloğlan, şu akça tavşanı bize helalından satıver Keloğlan. Tutarı her ne ise, denkleştirip ödeyelim hele! diye yalvar yakar olmuşlar. Keloğlan bir kaşıklamış, iki düşünmüş, kendini iyice naza çekip, sonunda:
– Sizi kırmak, gücendirmek istemem. Hem itibarlı, hem de saçlı sakallı kişilersiniz. Lakin benden bunu istemeyin ağalar. Çünkü bu tavşanı daha yavru iken almışım, büyütmüş eğitmişim. Uşağımdır, elim, kolum, kulağımdır. Tarlada, tokatta, çarşıda, pazarda bir hacetim olsa, el ulağımdır. Başıma bir hâl gelse, dar yerde sıkışıp bunalınca, bundan başka yardımcım yoktur. Eşekten, öküzden, tavuktan, horozdan kimi beğenirseniz satayım ama ille akça tavşanıma dokunmayın! demiş.
Her ne kadar Keloğlan bu üçlü cambazları yokuşa sürdü, bin dereden su getirdiyse de bunlar dileklerinden vazgeçmemişler, “Bu tavşanı almamış olmaz” diye direnmişler, pey sürmüşler, pazarlığı yürütmüşler, Keloğlanın eline yapışıp sallaya sallaya fiyat yükseltmişler, sonunda Keloğlan “Artık bu iş kıvamına geldi” diyerek, akça tavşanı iki yüz liraya satmaya razı olmuş. Cambazlar, “Belki Keloğlan sabaha kadar ayar da bu işten cayar” diye akşamdan paralan denkleştirip bir bir Keloğlan’ın avucuna saymışlar, geçip yatmışlar, tavşanı da torbaya koyup yanlarına almışlar.
Sabah olmuş, gün ışımış, üç cambaz erkenden birbirlerini dürtüp uyandırmışlar. Ne Keloğlan’a ne de karısına görünmüşler, torbayı koltuklarına alıp aceleden yürümüşler. Hem yürümüşler hem de bu iş bilir, söz dinler, haber ulaştırır, marifetli tavşanı pazarda nasıl satacaklarını, kimlere göstereceklerini, kaç para isteyeceklerini konuşup tasarlamaya girişmişler. En sonunda verdikleri paranın iki mislini bulurlarsa, satmaya sözbirliği etmişler.
Kasabaya yaklaştıkları sırada içlerinden biri demiş ki:
– Gelin arkadaşlar, şu tavşanı bir deneyelim hele…
Ötekiler de durup düşünmüşler, birbirlerine danışmışlar:
– İyi olur, hele uygun olur, demişler. Üç cambaz yol kenarına oturmuş. İçlerindeki en kısa, sakalı köse, adı da Musa olanı, bu tavşanın torbasını açmış kulaklarından tutup çıkarmış, kucağına almış sırtını okşayarak:
– Uzun kulaklı, tetik ayaklı, ak akça tavşan, pak pakça tavşan, hele beni dinle tavşan. Bizim ev şu yukarı mahallede, caminin altında, çeşmeye bitişik, yeşil kapılı, sarı pırıl halkalı. Tokmağı tak tak vurursun. Ablan kapıyı açar. Akşama iki konukla geleceğimi söyle. Evi düzenlesin, odayı, sofrayı hazırlasın. Birkaç kap yemeği pişirip kotarsın. Haydi yallah!.. demiş tavşanı bırakmış. Tavşandır, bir duralamış, kulaklarını oynatmış, sekip sıçrayarak seğirtmiş, göz açıp kapayasıya tepeye doğru zıplaya zıplaya gitmiş, bir süre sonra silinmiş kaybolmuş. Bu üç cambaz, arkasından bakmış bakmış, içlerinden biri ötekilerine dönmüş de:
– Şimdi artık bizim eve varmıştır, kapıyı taklatmıştır. Bizim hatun açmıştır, bu tavşanın konuştuğunu görünce şaşırıp kalmıştır. Hele akça tavşan, pakça tavşan, usta yetiştirmesi, ayağına çabuk haberci, hem de gönül eğlencesi… Demiş , hep birlikte ağırdan alarak, öteye beriye sapıp eğleşerek bir zaman sonra eve varmışlar. Adam tokmağı tak tak vurmuş, olmamış, gümü güm gümletmiş olmamış. Cebinden anahtarını çıkarıp açmış girmiş ki, her taraf darmadağın, kadın da gaflet uykularına dalmış gitmiş. Ev darmadağınık, üstelik ocak yakılmamış, yemek de pişirilmemiş, sofra kurulmamış. Cambaz hemen yeğinip karısını dürtüp uyandırmış:
– Hele kadınım, uyan kadınım! Neden uyursun? Az önce sana uzun kulaklı, tetik ayaklı, ak tavşanı, akça tavşanı ulak göndermiştim. Evi düzenlememişsin, odayı, sofrayı hazırlamamışsın, birkaç kap yemeği de pişirip kotarmamışsın. Ak akça, pak pakça tavşan nerede, dolanıp kalkmamışsın! diye bağırmaya başlamış. Kadın gözlerini oğuşturup, kas kas gerinip, van van esneyerek:
– Hangi ulak, ne haberi? diye uyku sersemi, şaşkın şaşkın sorunca:
– Hanım, sana az önceden, uzun kulaklı, tetik ayaklı, ak tavşanı, akça tavşanı ulak gönderdim, haberimi sana bildirmedi mi, yoksa dediklerini anlamadın mı?
Kadın bunun dediklerine büsbütün şaşmış da:
– Aman ağam, sabahtan bu saate evdeydim, ne bir tavşan, ne de bir insan geldi! Ne bir şey diyen oldu, ne de haber ulaştıran!
O zaman olup bitenleri, hem de başlarına gelenleri bu cambaz, hemen anlayıp, kafasını yumruklayarak:
– Amanın arkadaşlar, hele cambaz yoldaşlar, vay başımıza gelenlere. Ne etti, neler eyledi, bu Keloğlan oyunlar etti. Şu kadar yılın, hem de bu dolapların binbir düzenli cambazları olalım da, bize bunları etsin, dekden atsın, dolandırsın. Aman cambaz kardaşlarım, bu Keloğlanı kıstırıp bastırmayınca, paralarımızı söküp çıkarmayınca, bacağından tavana asıp dilim dilim doğramayınca olmayacak. Buralarda artık barınamayız, para kazanıp yaşamak şöyle dursun, oyundan düzenden baş alamayız, diye par par parlamış, yellim yellim fır dönerek dövünmüş. Ötekiler de göğüslerini güm güm yumruklayarak ortalıkta çırpınmışlar, bağırıp böğürmüşler, davranıp sövmüşler. Yürekleri soğumamış da, baş başa verip düşünmüşler, taşınmışlar, birbirlerine danışıp görüşmüşler. Bu Keloğlanı yakalamaya, baş aşağı getirip silkelemeye, paralarını almaya, sonra da yatırıp kıyım kıyım doğramaya and içmişler, yemin kassemler etmişler. Davranıp yellim yepelek, fır fır dönerek, kâh yürüyüp kâh sekerek, Keloğlanın köyüne yollanmışlar.
Onlar öteden gele dursunlar, biz gelelim Keloğlana. Bu üç cambazın koşup geleceğini, çaresini bulup da düzenini kurmazsa kendisine neler edeceğini önceden kestirmiş de, hemen bir koyun kesmiş, yüzmüş. İşkembesini çıkarmış. İçini de kızıl boyalı suyla doldurmuş. Sonra da çatı arasından eski kavalını bulup çıkarmış, bir kılıf içine sokarak duvara asmış. Karısını çağırarak demiş ki:
– Az sonra şu üç cambaz gelir. Sen şimdi şu işkembeyi entarinin altına, göbeğinin üstüne şöyle iyice bağlarsın. Onlar geldiği sıra, seninle kavga çıkarırım. Bıçağımı işkembeye saplarım. İşkembe delinip kızıl sular dışarı şorlayınca, sen de bağırarak kendini yere atarsın, bir iki çırpınır, ölmüş gibi katılır kalırsın. O zaman ben duvardaki kavalı indirir, çalmaya girişirim. Sen de aksırıp tıksırarak yavaş yavaş dirilir, ayağa kalkarsın. Aman dikkat et, oyunumu, düzenimi bozma ha! demiş, oradan çıkmış tarlasına gitmiş. Bu üç cambaz aradan çok geçmemiş, koşup sekerek, birim birim söverek gelmiş, Keloğlanı tarlada çift sürerken, öküz haydayıp türkü çağırırken bulmuşlar. Koşup yakasına yapışmışlar:
– Bre kuldan arlanmaz, Tanrıdan utanmaz, bize oyun edersin, dekten atarsın ha! Ya paramızı verirsin, ya da seni hemen şurada öldüresiye döver, bacağından asar da kıyım kıyım doğrarız. Amanın Müslümanlar, şu Keloğlanın bize ettikleri!.. diye çırpınmaya, çevresinde dönerek Keloğlanı tartaklamaya başlamışlar. Keloğlan pek durmuş, hiç de telâşeye vermemiş.
– Hele etmeyin, telâş etmeyin ağalar, ben sizi aldatmadım, ne haddime! Sizi dekten atmak, oyun etmek, aldatıp dolandırmak ne mümkün! Tavşanı kendinize, evinize, sokağınıza iyice alıştırmadan iş buyurmuşsunuz, ulak göndermişsiniz. Evinizi bulamadıysa kabahat sizde. Yoluyla, yordamıyla, Kulaklarını okşayarak tarif etseydiniz, vazifesini bir tamam yapardı. Zavallı ak akça tavşan, pak pakça tavşan evinizi hâlâ da arıyor olmalı. Ama siz madem ki paranızı istiyorsunuz, buyurun eve gidelim, bulup denkleştireyim, paranızı vereyim, demiş de, öküzlerini çiftten çözmüş, önüne katmış, cambazlarla birlikte yürüyüp eve gelmişler. Kapıdan girince, Keloğlan karısına:
– Kız, sana dün verdiğim iki yüz lirayı, çeyiz sandığına koyduğun yüz lirayı, cambazlardan aldığımız paraları topla, denkleştir, hele getir, demiş. Keloğlanın karısı bir duralamış, iki düşünmüş de:
– Hangi iki yüz lirayı, sandıktaki hangi yüz lirayı? diye sormuş. Keloğlandır kızmış, sesini yükseltmiş:
– Vay, ne demek olsun, dün gece bu üç cambazdan aldığım iki yüz lira, bir gün öncesinden getirdiğim gümüş çıkaran eşeğin pahası yüz lira, çeyiz sandığına gözümün önünde koyup kitlemedin mi, alaca bezlere sarıp yatırmadın mı?
Kadın yine bir duralamış, beş düşünmüş de:
– Aman ağam, sen bana ne yüz ne de iki yüz lira verdin. Anana mı verdin, oynaşına mı yedirdin? Vay başıma gelenler, dışarıda harcanır da, gelir burada ararsın. Aman Müslümanlar bu Keloğlan’ın düzenleri!.. diye şirretlenip bağırmaya girişmiş ki, bu üç cambaz “Bakalım bu ikisi arasında neler olur?” deyip bir kenara çekilmiş. Keloğlandır, keli kızmış, gözü iyice belermiş belinden bıçağını çekmesiyle kadının karnına saplamış. Üç cambaz, korkudan iyice benilemiş, el ayakları tutulmuş, oracıkta dikilip kalmışlar. Zavallı kadının karnından kanlar şorlamış, bağırıp çağırarak yere devrilmiş, birkaç tepinmiş, can depreştirmiş, katılıp kalmış.
Orada dikili kalan bu üç cambaz dehşete uğrayıp sapır sapır titremeye, gek gek geğirmeye başlamışlar. Elleri kolları, ayakları dizleri tutmadığından, ne yürüyüp kaçabilmişler, ne de Keloğlandan para pul sorabilmişler. Bunlarda ağız dil kenetlenmiş katılmış. Keloğlandır, elinde kanlı bıçak oradan oraya dönerken, bunlara:
– Hele siz meraklanmayın, hem de korkup telâşlanmayın ağalar! Hele orada durun! Bu aptal karı azdırdı, kel kafamı da kızdırdı. Elimden bir kaza çıktı. Ama merakta kalmayın, öldürmek de diriltmek de elimdedir. Her işin yolu, çaresi vardır, demiş. Cambazlar, bu işlere, hem de Keloğlanın sözlerine şaşırıp kalmışlar. Keloğlanın yalan söylediğini, korkudan şaşırdığını, ne dediğini bilemediğini düşünmüşler. Ama bakmışlar, bu Keloğlanda ne korku, ne üzüntü. Bıçağını silip kaldırmış, gelip karısını gözden geçirmiş. Bunlar da olup bitenlere şaşmış da:
– Haydi dirilt de, biz de görelim, demişler.
Keloğlan ağırdan almış, yavaştan yürümüş, duvardaki kavalı indirip kılıfından çıkarmış. Bağdaş kurup oturmuş. “Düttürü, düttürü” çalmaya başlamış. Keloğlan kavalı öttüre dursun, üç cambaz, kanlar içinde serili, eli ayağı çoktan soğuyup katılmış, kadının ölüsüne bakıyormuş. O sırada kadın yavaş yavaş kıpraşmaya, eli ayağı oynamaya başlamaz mı? Gözlerini ovalayıp ovalayıp bakarlarmış.
Keloğlan durmadan çalmış, kadında yavaş yavaş kıpırdanmış, baştan ayağa, ayaktan başa titremeler, dalgalanmalar geçirmiş, sonunda aksırıp tıksırarak kalkıp ayaklanmış. Olup bitenleri baştan sona seyreden üç cambaz, biraz daha beklemiş, geniş soluklar almış, ferahlamış, yürek çarpıntıları durmuş, yüzlerine kan, dizlerine güç yürümüş, ağızlarının, dillerinin kilidi çözülmüş. Baş başa verip bir süre fıslaşmışlar da, dönüp Keloğlana yalvarmışlar:
– Aman Keloğlan, yaman Keloğlan, biz alacağımızdan vazgeçtik. Seni gördük, ilmini, hünerini tasdik ettik. Ne olursun? Gel etme, bize şu kavalı satıver demişler. Keloğlandır:
– Yok, hiç olmaz. Ötekileri sattım ama, bunu satamam. Ben çok öfkeli, celâlli bir adamım, bu karıda aptalcadır. Kafam kızınca adetimdir, karıyı öldürürüm. Ama az geçer, yüreğim soğur, pişman olur acırım. Kavalı size satarsam, karıyı diriltemem, hapishanelere düşer, sonunda asılırım. Gelin etmeyin, eylemeyin, ağalar, benden bunu istemeyin, demiş de direnmiş. Keloğlan, üç cambazı yokuşa sürüp bin dereden su getirdiyse de, bunlar dileklerinden vazgeçmemişler. “Bu kavalı almamış olmaz” diye direnmişler, pey sürmüşler, pazarlığı yürütmüşler, Keloğlanın eline yapışıp sallaya sallaya fiyat yükseltmişler. Sonunda Keloğlan artık bu iş kıvamına geldi diyerek, ölü dirilten kavalı üç yüz liraya satmaya razı olmuş. Aman Keloğlan pazarlıktan caymasın diyerek, kendi aralarında üç yüz lirayı denkleştirmişler, bir bir avucuna saymışlar da, kavalı alıp hemen yola çıkmışlar.
Birim birim sekerek, keselerden geçerek, dönüp dolaşarak, sonunda cambazlardan birinin evine varmışlar. Akşam yemeği zamanı imiş. Karısının daha sofra hazırlamadığını gören cambaz, fena halde kızmış, kabarmış, laf söz ettirmeyip bıçağını çektiği gibi karnına saplamış. Zavallı kadının karnından kanlar şorlamış, bağırıp çağırarak yere devrilmiş de birkaç tepinmiş, can depreştirmiş, katılmış kalmış.
Analarının al kanlara bulanıp yuvarlandığını, cansız yattığını gören bu cambazın çocukları ağlayıp bağrışarak sokağa uğramışlar. Mahallede bir gürültüdür kopmuş. Konu komşu seğirtip eve dolmuşlar. Gelip bu hali görmüşler. Bakmışlar ki, üç cambaz oturmuş sırıtır, birbirlerine işaretler eder de, korku, üzüntü, telâşeye yer vermezler. Karısını öldüren cambaz komşularına dönmüş:
– Siz hiç telâşe etmeyin, şu büyülü kavalı görüyor musunuz? Şimdi çalmaya başlayınca karım dirilip kalkacaktır, demiş. Hemen büyülü kavalı kılıfından çıkarıp üflemeye “düttürü düttürü” çalmaya girişmiş. Her ne kadar üfleyip çaldıysa da, avurdunu şişirip zorladıysa da, kadının dirilesi yok. Her biri soluklarını denemişler, baştan ayağa tere batıp kaval çalmışlar, arada bir kadının başına gidip elini ayağını yoklamışlar. Ne ettiyseler nafile!.. Bu kadın canlanmamak üzere gitmiş, anca o zaman bu üç cambazın akılları başlarına gelesi olmuş.
– Vay Keloğlan, aman kelli Keloğlan. Amanın bu bize ettiğin üçüncü oyundur. Paramızı almakla kalmadı, bizi kanlı katil de etti. Davranın arkadaşlar, varıp yakasına yapışalım, tek laf söyletmeden yatırıp keselim de kıyım kıyım doğrayalım, demişler. And içmişler, yemin kassem etmişler. Davranıp yellim yepelek, fır fır dönerek, kâh yürüyüp kâh sekerek, Keloğlanın köyüne yollanmışlar.
Aradan çok geçmemiş, üç cambaz koşup sekerek, birim birim sekerek gelmişler, Keloğlanı tarlada öküzlerini haydayıp çift sürerken bulmuşlar. Koşup yakasına yapışmışlar, aman zaman vermeden, gak gık dedirtmeden çuvala sokmuşlar. Ağzını da bağlayıp sırtlamışlar. Omuzlayıp sırayla taşıyarak ırmağın yolunu tutmuşlar. Yol uzak olduğundan çuvalı taşıya taşıya yorulmuşlar. Bir ağacın dibinde oturup dinlenmeye karar vermişler. Bu çuvalı da ağacın kalınca bir dalına asarak yatmışlar, yorgun düştüklerinden az sonra üçü de uykuya dalıp gitmişler.
Keloğlandır, horultularından, hırıltılarından bunların uykuya daldıklarını anlayınca, bu çuvaldan kurtulup kaçmanın bir çaresini düşünüp araştırmaya başlamış. Parmağının ucuyla çuvalda bir delik açmış da, gözünü uydurmuş, çuvalı çalkalayıp döndürerek oraları gözlemeye girişmiş. İleride bir çobanın sürüsünü otlatarak yavaş yavaş yaklaştığını görmüş. Bir süre sonra çoban ağaca yaklaşmış, çuvala bakmaya başlamış. Keloğlan da çuvalın içinden başlamış inleyip sızlamaya:
– Ben bu diyara vezir olmam. Padişahın kızını da almam. Aman, ben bu diyara vezir olmam. Padişahın kızını da almam. Aman aman, almam.
Çoban, çuvaldan gelen bu sesi duyunca, yaklaşmış durup dinlemiş, yaklaşıp sormuş:
– Aman arkadaş, sen ne söylüyorsun, ne istiyorsun, anlamadım?
Keloğlan hemen cevap vermiş:
– Beni kasabaya götürüp vezir etmek, hem de padişahın kızıyla evlendirmek istiyorlar. Ama ben istemiyorum. Çoban olmak, dağlarda, kırlarda dolaşmak benim neyime yetmez. Bak padişahın adamları ağacın altında yatıyorlar. Birazdan kalkıp beni de sırtlayıp götürecekler.
Çoban, bu olup bitenlere şaşıp kalmış.
– Aman arkadaş, hiç böyle bir nimet geri tepilir mi? Sen istemezsen ben isterim. Çoban olup dağda bayırda sürüneceğime, sarayda yan gelirim, deyince, Keloğlan da hemen:
– Öyle ise beni buradan indir. Bu çuvala sen gir. “Ben bu diyara vezir de olurum, padişahın kızını da alırım” diye ben gittikten sonra bağırırsın, muradına erersin, deyince, çoban razı olmuş, sevinmiş. Çuvalı daldan indirip Keloğlanı çıkarmış. Çuvala kendi girmiş. Keloğlan bunu kaldırıp dala asmış. Sonra da hemen oradan savuşup sürüyü önüne katmış, sürüp yürümüş.
Bir süre sonra, çoban çuvalın içinden bağırıp böğürmeye başlamış:
Ben bu diyara vezir olurum, Padişahın kızını da alırım. Sürümü Keloğlana bağışlarım. Ben bu diyara vezir olurum. Padişahın kızını da alırım.
Çobanın bağırıp böğürmesi üzerine, üç cambaz uykularından sıçramışlar, bakmışlar ki çuvaldaki Keloğlan bunalmış da deliresi olmuş. Saçmalıyor:
– Hele şuna, hele şu deli Keloğlana! Öleceğini düşünmez de, gönlü vezirlikte, padişahın kızında, demişler, kalkıp çuvalı yeniden sırtlamışlar, ırmağa varmışlar. İki ucundan tutup sallayarak fırlatmışlar. İçlerinden bir oh çekip, rahat soluk almışlar. “Artık şu Keloğlandan kurtulduk, hele şükür” diyerek dönüp kasabaya yollanmışlar. Yoldan gidip keselerden dönerken, dağın öte yanına geçmişler ki, yol kenarında koca bir koyun sürüsü yayıla yayıla gitmekte. Bir de bakmışlar ki, kepengi sırtında, değneği elinde, şu Keloğlan çoban kılığına girmiş de, geçmiş karşılarına sırıtmıyor mu?
Gözlerini açmışlar da şaşkın şaşkın bakınmışlar. Çuvalın içinde boğulmadıktan başka, önüne katıp götürdüğü sürü nedir? Buna sorgu sual yağdırmışlar. Keloğlandır:
– Siz beni ırmağın sığ yerine, kıyısına attınız, ancak bu kadar koyun derleyip çıkarabildim. Daha derinlere, azıcık ileriye atsaydınız, birkaç sürü derler çıkarırdım, deyince, bu üç cambazın gözleri parlamış. Dönüp ırmağa doğru soluk soluğa koşuşmaya girişmişler ki, peşlerinden yel yetişmez, tazı kavuşmaz. Irmak kıyısına varınca sözleşmişler, içlerinden birini sallayıp
sallayıp ırmağın ortasına atmışlar. Suya atılan cambaz, bir dalıp çıkmış. “Gık gık, hık hık” demeye, boğulmaya başlayınca, kıyıda duranlar telâşlanmışlar:
– Aman arkadaş, kırk elli neymiş, bin iste bin, diye bağırmışlar. O da “hık hık, gık gık!” dedikçe, telâşlanmışlar:
– Aman, bu arkadaş işi baş edemeyecek, biz de atlayalım, demişler. Öteki ikisi de ırmağa atlamışlar, onlar da sürüklenip giderken, “hık hık, gık gık!” diyorlarmış.
Keloğlan, bu üç cambazdan yakayı sıyırıp yürümüş. Uzun yaşamış, çok oyunlar etmiş, hepsinin üstesinden gelmiş. Bize de namı nişanı kalmış.
Tahir Alangu
Keloğlan Masalları
İstanbul: Afa Yayınları
1990