ŞEHRİHAN İLE GÜLBAHAR
Yıllar ve yıllar önce Acemlerin ülkesi Horasan’da adı Şehrihan olan bir padişah yaşarmış. Bu padişahın çok büyük bir sarayı, hizmetinde çalışan yüzlerce adamı ve hareminde de ona tek bir kız çocuğu bile verememiş, doğurganlıkları olmayan yüz cariyesi varmış. Tek bir çocuk sahibi bile olamamış olmak padişahı çok üzmekteymiş.
Padişah bir gün kabul salonunda ülkenin ileri gelenleri, vezirleri ve emir erleri ile oturup sohbet etmekteyken söz dönmüş dolaşmış çocuğunun olmamasına ve atalarından kalan tahtı devredecek kimsesinin bulunmamasına gelmiş. Yanında bulunanlar, “Aman Padişahım, Allah size uzun ömürler versin, durun hele daha gençsiniz,” diyerek padişahı teselli etmeye çalışsalar da bu, hiçbir işe yaramamış.
Tam bu konuşmalar olurken, padişahın hizmetkârlarından biri salona girmiş. Padişahın önünde durmuş, yerlere kadar eğilip selam vermiş ve “Padişahım, dışarıda bir tüccar, yanında da genç ve güzeller güzeli bir esir kız var. Tüccar sizi görmek, size bir armağan vermek ister,” demiş. Padişah da “Yollayın bakalım, ne istermiş anlayalım,” diye yanıt vermiş.
Kısa süre sonra içeri iki kişi girmiş.
Padişah içeri giren esir kızı görünce neye uğradığını şaşırmış. Daha doğrusu bir peçe altından bakan gözlerini görünce… O gözler, kara kara bakan o gözler zehirli bir ok gibi delmiş padişahın kalbini. Bu gözler ki, bir hastaya baksa iyileştirebilecek gibiymiş. Padişah tüccara, kızın peçesini çıkartmasını buyurmuş. Yeşil ipekten, üzerinde kan kırmızısı renkte çizgiler bulunan peçeyi açmış tüccar. Bir anda oda, güneşin aydınlığıyla aydınlanmış sanki. Ama bu aydınlık güneşten değil kızın güzelliğindenmiş. Kızın gözleri kadar kara saçları, örgüler halinde ayak bileklerine kadar uzanıyormuş. Ayrıca çok da güzel bir vücudu varmış bu kızın. Ufak ufak hareketleri, dalındaki bir gülün hareketleri gibi sakin, huzur verici ve dans edercesineymiş.
Kızın güzelliği karşısında padişah adeta büyülenmiş. Beğenisi hat safhadaymış. Tüccara dönerek “Sanırım esirini bana satmak istiyorsun. Nedir istediğin, ey adam?” diye sormuş. Tüccar, “Padişahım, esiri ilk sahibinden iki kese altına aldım. Onu aldığım zamandan beri de üç kese kadar altın harcadım. Onu buraya getiriş nedenim size satmak değil, size armağan etmektir,” diye yanıt vermiş. Bu konuşma padişahı çok etkilemiş. Çünkü onun karşısına çıkan herkes kendisinden bir şeyler istermiş hep. Fakat tüccar, ona armağan vermek isteyen ilk kişiymiş. Padişah kendisine sunulan armağanı almış ve tüccara, tüm hayatı boyunca yetebilecek kadar giysi ve bin kese altın vermiş. Tüccar de padişahın elini eteğini öpmüş, cömertliği karşısında mahcup olduğunu söyleyerek teşekkür etmiş ve saraydan ayrılmış.
Keyfi son derece yerine gelen padişah kadın hizmetkârlarına dönerek, “Bu kızı alıp hemen hamama götürün. Üzerindeki toz toprak gidene kadar iyice yıkayın. Sonra da güzel kokular sürüp yağlarla masaj yapın ki yorgunluğunu atabilsin,” diye buyurmuş ve “kalacak yer olarak da deniz gören odalardan büyük bir tanesini verin,” diye eklemiş. Tüm bu buyruklar aynı saat içinde yerine getirilmiş.
Yıkanıp güzel kokular sürülen genç kız, büyük pencerelerinden uçsuz bucaksız denizi gören bir odaya alınmış ve padişaha haber salınmış. O da kızın odasına gitmiş hemen. Odaya girdiğinde kızın kendisine saygı gereği ayağa kalkmadığını görünce, ‘Herhalde bu kız cahil kişilerce yetiştirildi. Nerede ne yapmasını bilmese gerek,’ diye geçirmiş içinden. Zaten kızın yüzünün güzelliği, teninin pembeliği ve güzel vücudu karşısında o kadar etkilenmiş ki, ondaki nezaket eksikliğini bile umursamamış, boş vermiş. “Seni yaratan Rabbime şükürler olsun,”diyerek kızın yanına oturmuş, onu sımsıkı kucaklayıp bağrına basmış, uzun saçlarını okşamış. Padişahın davranışları karşısında kız son derece tepkisiz, öylece oturmaktaymış. Tek bir söz söylemeden, ne karşı koyuyor ne de istekli görünüyormuş. Sanki padişaha orada değilmiş gibi davranıyormuş.
Aç olabileceğini düşünüp kız için bir ziyafet sofrası hazırlatmış padişah. Sonra da eli ile kızı beslemeye başlamış. Arada da onu ürkütmeden sorular sorarak kim olduğunu, nereden geldiğini ve adını öğrenmek istiyormuş. Lakin kızın ağzından tek bir kelime çıkmadığı gibi kafasını kaldırıp padişaha bakmıyormuş bile. ‘Belki de dilsizdir. Aman Yarabbi, böyle bir güzelliği dilsiz yaratamazsın, bu kadar özene bezene yarattığın kulundan bir sesi mi eksik ettin?’ diye geçirmiş içinden padişah. Sonra da odadaki kadın hizmetkârlarına dönerek “Onu hazırlarken sizinle konuştu mu hiç? Bir kelime dahi olsa, konuştu mu?” diye sormuş. Onun dilsiz olup olmadığını öğrenmekmiş niyeti. Hizmetkârlardan biri yanıtlamış: ” Sevgili Padişahımız onu yıkarken, parfüm sürerken, güzel elbiseler giydirirken konuştuğunu hiç duymadık. İyi ya da değil diye bir fikir beyan etmedi. Dudaklarını bile kıpırdatmadı. Biz de bizi küçümsediğinden mi, dilimizi bilmediğinden mi yoksa dilsiz olduğundan mı konuşmadığını anlamadık ve ona laf atmayı bıraktık,”.
Bunları duyan padişah, ‘Sessizliği üzüntüden olabilir, onu eğlendirirsek belki üzüntüsünü unutur, dili çözülür,’ diye düşünmüş. Bunun üzerine ülkenin her bir yanına haberler salınmış, duyurular yapılmış: “Kendine güvenen tüm şaklabanlar ve hokkabazlar ya da bir şeyler yapıp da karşısındakini eğlendirebileceğini düşünen herkes davetlidir. Bu kişiler Padişahımız tarafından ödüllendirilecektir.”
Kısa bir zaman sonra, sarayın önünde kilometrelerce uzunluğunda bir topluluk oluşmuş. Herkes içeriye girmek, sarayda gösteri yapmak, karşılığında da padişah tarafından ödüllendirilmek arzusundaymış. Sıradakiler tek tek içeri alınıp padişahın ve sessiz sedasız oturan kızın huzuruna çıkartılmış. Yapılan gösteriler karşısında padişah ve etrafında bulunan herkes, kız hariç gülmekten kırılmaktaymış. Bir, üç, beş herkes gülüyor; ama kız kafasını kaldırıp bakmıyormuş bile olanlara. Padişahın içi sıkılmış, birden “Yeteeeer,” diye bağırmış. “Bu kadar yeter. Herkes dağılsın. Gösteri yapanlar ödüllendirilsin.” Salonu dolduran kalabalık bir anda dağılmış. Ortalığı sessizlik bürümüş.
“Neden böyle yapıyorsun güzel kız, daha adını bile bilmiyorum,” dese de, hiçbir karşılık alamamış padişah. Kafasını kızın omzuna yaslamış, kız o kadar güzel kokuyormuş ki, bu kokunun esiri olmuş. O kokuyu duymadan yaşayamayacağını düşünmüş. Gerçekten de kızın yanından ayrılmak istese bile yapamıyormuş. Göğsü daralıyor, kalbi şiddetli şiddetli çarpıyormuş. Bu nasıl bir işmiş, o da anlamamış ama bir yıl boyunca kızın yanından ayrılmaksızın kendini, adeta onun esiri gibi, ona adamış. Ondan başka hiçbir şeyle ilgilenmez olmuş. Her şeye rağmen kızın ağzından tek bir kelime, onaylayan ya da itiraz eden bir sözcük bile çıkmamış.
Bir gün padişah kızın yanında otururken her zaman yaptığı gibi kafasını güzel esirinin omzuna koymuş. “Ah güzeller güzelim. Bak ne kadar zaman geçti ama sen hâlâ susuyorsun. Senin için neleri feda ediyorum, görmüyor musun? Haremimdeki cariyelerim bir senedir görmedi beni, ülke işleri başıboş kaldı. Yoo, bundan şikâyetçi değilim ama sen de anla beni yahu. Senin için nasıl deli oluyorum, görmüyor musun? Sen benim kaderimsin, kısmetimsin. Senden istediğim şu ki, eğer dilsizsen bunu bana işaretle anlat. Anlat ki, konuşacağın günü iple çekmeyeyim ben de. Yok değilsen ve üzüntünden susuyorsan, üzüntünü nasıl atabileceğimi göstersin bana Tanrı. Eğer hiç biri olmayacaksa, senden bir oğlan çocuğumun olmasını sağlasın ki ben de, bana atalarımdan kalan tahtımı sahipsiz, başıboş bırakmayayım. Eğer içinde bana karşı azıcık da olsa bir acıma varsa söyle, söyle bana, bana bir çocuk verecek misin? Sana yalvarıyorum, söyle, Allah rızası için söyle,” demiş.
Padişahın bu yalvarmaları karşısında, geldiğinden beri her şeye karşı son derece tepkisiz, elleri dizlerinde, başı öne eğik oturan kızın dudaklarında ilk defa hafif bir tebessüm belirmiş. Sadece hafif bir tebessüm… Bunu gören padişah gözlerine inanamamış. Ona göre bu Tanrı’nın bir işaretiymiş. O tebessümle odaya ışık dolmuş sanki. Gözleri, karanlıktan aydınlığa çıkmışçasına yanıyormuş padişahın. Bu, işaretlerin en büyüğü imiş onun için. Artık kızın konuşacağına o kadar eminmiş ki, kendini kızın ayaklarına atmış. “Tanrım büyüksün, büyüksün,” diyormuş bir yandan. Ağzı bir karış açık, kızın ağzından çıkacak tek bir kelimeyi duymak için öylece yerde, bekliyormuş. Gözleri kızın dudaklarında… Ve birden kız başını yerden kaldırarak şöyle demiş: “Ey Padişahımız, ey efendimiz. Ey yiğitler yiğidi, şunu bilmelisin ki Tanrı yakarışlarını duydu. Yine bilmelisin ki karnımda bebeğini taşıyorum. Hem de doğum zamanıma kısa bir süre kaldı. Sen bir oğlan istemektesin; ama emin ol ki, karnımdaki minik bebeğin kız mı, oğlan mı olduğunu bilmiyorum, bilemem. Tek bildiğim senin çocuğunu doğuracağım. Öyle olmasaydı seninle ne konuşur ne de gözlerine bakardım,” demiş.
Her şeye rağmen kızın konuşacağından ümidi kesen padişah, kızın ağzından çıkan sözleri duyunca o kadar sevinmiş o kadar sevinmiş ki yerde sevinç çığlıkları atmaya başlamış. Sonra doğrulmuş; ama ağzını açıp tek bir kelime söyleyemiyormuş. Yutkunmuş, öksürmüş. Ayağa kalkmış; sanki yere basmıyormuş. Kızın yanına yaklaşmış, ellerini, yüzünü öpmeye başlamış. “Tanrım,” diyormuş, “sana şükürler olsun ki bana bu mutluluğu bağışladın, beni duydun, şükürler olsun.”
Kızdan izin alarak, büyük bir mutlulukla tahtına oturmuş. Vezirini hemen yanı başına çağırıp her şeyi anlatmış. “Çok mutluyum vezirim, bu günleri gördüğüme inanamıyorum,” diyerek sevincini dile getirmiş. Şimdi herkes padişahın mutluluğunu paylaşmaktaymış. Coşku ve sevinç tüm ülkeyi kuşatmış. “Dullara ve ihtiyacı olan herkese altın dağıtın,” diye buyurmuş padişah, “bu, yüce Tanrıma bir teşekkür olsun.”
Kısa zamanda soluğu tekrar kızın odasında alan padişah onu öpmüş, sevmiş ve ” Sevdalandığım kadın, sultanım. Sana bir şey soracağım lütfen dürüstçe yanıt ver bana,” demiş ve devam etmiş “neden bunca zamandır ağzından tek bir kelime çıkmadı. Sessizliğini bozmana sebep olan şey nedir?” Kız, “Nasıl susmam padişahım. Ailemden, yurdumdan uzakta, esir konumundayken, nasıl olur da konuşabilirim?” diye yanıt vermiş. Padişah: “Ah benim güzeller güzeli sultanım. Ailenden ve ülkenden ayrı kaldığın için üzülmene hak veriyorum. Ama esirliğin konusunda hata ediyorsun. Ben ki koca ülkenin hükümdarı senin ayaklarına kapanıyorum, esas esir benim burada, senin esirin. Bu lafı bir daha sakın etme. Ailen konusunda da üzülme, istersen adamlarımı gönderir onları buraya çağırtabiliriz,” demiş.
Bu sözler üzerine kız, “Bu çok zor Padişahım,” demiş ve “benim adım Gülbahar. Ben bir denizaltı ülkesinde doğdum. Babam o ülkenin padişahıydı. O öldükten sonra sultan olan annem ve şehzade olan ağabeyim ile aramda sorunlar yaşanmaya başlandı. Bu sorunları bir türlü halledemedik. Ben de oradan ayrılmaya, karaya çıkmaya ve karşıma çıkacak olan ilk erkekle evlenmeye karar verdim. Bir gece, ayın suya iyice battığı bir saatte sarayı terk ettim. Bir adanın kıyısına çıktım ve gerek tatlı tatlı esen rüzgârdan, gerekse yorgunluktan uykuya dalmışım. Birilerinin beni sarsmasıyla uyandım. Bir de ne göreyim, üzerime bir ağ atılmamış mı? Beni yakalayan adam, sırtına atıp evine götürdü beni. Ona, bırakması için çok yalvardım, bağırdım. Beni incelemek istedi, tüm gücümle tekmeler attım, elini ısırdım. Baktı ki benimle baş edemeyecek “Aman senle mi uğraşacağım,” diyerek beni satmak için çarşıya götürdü ve açık artırmaya çıkardı. Sonra da beni, sana getiren tüccar satın aldı. İyi adammış, bana hiçbir kötülük yapmadı ve sana getirdi. İşte benim hikâyem. Tabii burada da bitmiyor. Sonra sen, çok ısrarcı bir şekilde, yanımdan hiç ayrılmadın. Beni öptün, sevdin. Konuşmam için çok zorladın. Bu durumdan çok sıkıldığım için buradan kaçıp deniz altındaki sarayıma geri dönmeye karar vermiştim. Fakat zaman geçtikçe baktım ki senin bana olan davranışların hiç değişmiyor hep aynı şekilde sevecen, sıcak ve kibarsın, ben de bundan etkilendim. Beni gerçekten sevdiğine karar verdim. Ben geldikten sonra haremine bir kez bile girmediğini biliyorum. Tahtını da benim yüzümden ihmal etmektesin. Kısacası, bir de hamile kaldığımı öğrenince, evime gitmekten tamamen vazgeçtim. Zaten annem ve ağabeyim benim yeryüzünden yaşayan bir adamdan hamile kaldığımı öğrenirlerse üzüntülerinden ölürler. Horasan padişahının insanların en insanı, en yücesi olduğunu söylesem de bana inanmazlar padişahım,” diye sözlerini tamamlamış. Sonra da derin bir hüzün kaplamış yüzünü. Padişah kıza, “Peki yüzüne düşen bu hüzün neden?” diye sormuş. Kız da, “Tek bir sorun var, o da yakında gerçekleşecek doğumum ile ilgili… Bizler yeryüzünde yaşayan insanlar gibi kolay kolay doğum yapamayız. Bana burada bir doktor ya da ebe yardımcı olamaz. Annemim mutlaka yanımda olması gerekir ama nasıl, diye düşündüm bir an,” demiş. Padişah “Peki, doğumun bu kadar yakınken, ailene nasıl haber ulaştıracağım ben, onları nasıl ve nereden bulacağım?” diye sormuş. Kız “Kolay,” demiş, “yan odaya gir, bir bana, bir de pencereden denize bak. Bu yeterli olacaktır.” Padişah ne olacağını çok merak ettiğinden hemen yan odaya gitmiş. Ve kızın dediğini yapmış.
Gülbahar da aynı zamanda, koynunda sakladığı ve kendi yaşadığı yerlerde biten kurumuş bir otu tütsülüğe koyup yakmış. Ottan duman, kızın ağzından da garip sözcükler çıkıyormuş. Bir çeşit sihir gibi… İşte o anda deniz coşmuş sonra kabarmış ve ikiye yarılmış. İçinden upuzun boylu, Tanrıları bile kıskandıracak yakışıklılıkta bir delikanlı çıkmış. Bu Gülbahar’ın abisi Şehzade Melikmiş. Ardından da saçları bembeyaz, yaşlı; yaşlı olmasına rağmen dinç ve dinamik bir kadın… Bu da annesi Saliha Sultan. En son da hepsi aynı tornadan çıkmışçasına Gülbahar’a benzeyen ve onun yeğenleri olan beş kız. Sahilden saraya doğru yürüyerek Gülbahar’ın bulunduğu odanın altına kadar gelmişler ve açık olan camdan, bir sıçrayışta içeri atlamışlar. Ağabey, anne ve yeğenleri Gülbahar’ın boynuna atlayıp onu öpmeye başlamışlar, hepsi bir ağızdan konuşuyormuş: “Bunu bize neden yaptın, bunca sene senin nerede olduğunu bilmeden merakla yaşıyoruz. Artık seni düşünmekten, ağlayıp inlemekten başka hiçbir şey yapmıyorduk.” Annesine, abisine yeğenlerine tek tek sarılan Gülbahar, onları bu kadar üzdüğü için özür dilemiş. Sonra da onların yanına oturarak başından geçen her şeyi anlatmış. Anne “Kızım, seni bu sarayda ilk gördüğümüzde mutsuz olduğunu ve zorla tutulduğunu sandık. Seni götürmeye hazırdık. Ama gel gör ki bize ne kadar mutlu olduğunu anlattın. Bundan sonra bizim de seninle mutlu olmaktan başka yapacağımız bir şey yok. Zaten bundan başka ne isteyebiliriz ki?” demiş.
Padişah, Gülbahar ve ailesi arasında geçen tüm konuşmayı yan odadan duymuş, içi rahatlamış. Onların yanına gidip onları tanımak ve kendini tanıtmak istemiş. Odaya girmiş ve hepsi bu tanışmadan büyük memnuniyet duymuş. Sonra da, konuklar onuruna hazırlanan sofraya oturup keyifle yemek yiyip sohbet etmişler.
Doğuma kadar sarayda şenlikler eksik olmamış. Herkes çok mutluymuş. Bebek doğunca mutluluk iki katına çıkmış. Hele nur topu gibi, ay yüzlü, güzel bir oğlan çocuğunu kucağına alan padişah “Bu benim oğlum mu şimdi, gerçekten mi? Ülkede şenlikler başlasın,” diyerek mutluluğunu ve sevincini herkesle paylaşmak istemiş. Çocuğa Gülenay ismini koymuşlar.
Gülbahar’ın abisi bebeği kucaklamış, öpmüş, koklamış ama sonra birden bebekle birlikte, camdan atlayarak hop, denize dalıp gözden kaybolmuş. Arkasından bakakalan padişah ne yapacağını şaşırmış bir şekilde bir yandan kafasına yumruklar atmıyor, “Zavallı yavrum, zavallı oğlum,” diyormuş bir yandan da. Ama Gülbahar sükûnetini hiç bozmaksızın kocasının kolunu tutmuş ve “Korkacak hiçbir şey yok. O çocuk senin olduğu kadar benim kanımı da taşıyor, dolayısıyla suda rahatlıkla nefes alabilir. Hatta orada bile yaşayabilir. Hem az sonra dayısı onu sağ salim geri getirecektir, emin ol,” diyerek padişahı sakinleştirmeye çalışmış. Tam o esnada deniz yeniden kabarmış ve Şehzade Melik, kucağında bebekle sudan çıkmış, saraya doğru yürümüş ve bir sıçrayışta camdan içeri girmiş. Gülenay bebek dayısının kucağında, anne kucağındaki kadar sakin ve mutlu, gülücükler atıyormuş.
Padişah derinden bir ohh çekmiş. Şehzade Melik, “Korktuğunuzu tahmin edebiliyorum. Ama bu yapmam gereken bir uygulamaydı. Böyle yaparak, hayatı boyunca onu boğulmaya, su yutmaya kısacası sudan gelebilecek tüm tehlikelere karşı vücudunda koruma kalkanı geliştirmesine yardım ettim. Artık yeğenime suda bir tehlike yok,” diyerek açıklamada bulunmuş. Padişah da bu durumdan duyduğu memnuniyeti dile getirmiş.
Şehzade Melik bebeği kardeşinin kollarına verip kemerinden bir kese çıkartmış. Ağzını açtığı kesenin içindekileri halının üzerine boşaltmış. Padişahın şimdiye kadar hiç görmediği, göremeyeceği büyüklükteki değerli taşlar; elmas, inci, zümrüt, yakutlar kıymetli halının üzerine saçılmış. Ve o an odaya öyle bir ışık, öyle bir parlaklık sarmış ki tarif edilir gibi değil. Şehzade Melik padişaha dönerek ” İlk geldiğimde elimiz boştu. Buraya gelmeden önce neyle karşılaşacağımızı bilmediğimiz için bir şey getirememiştim. Ama seni gördüm, tanıdım ve kardeşimin ne kadar mutlu olduğuna tanıklık ettim. Bu armağanlar senin şanının yanında az kalır, beni affet,” demiş. Padişah ise, “Bu armağanın beni hem çok şaşırttı hem de çok mutlu etti. Nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum,” demiş. Sonra da birbirlerine sıkı sıkı sarılmışlar.
Gülbahar’ın ailesi Saliha sultan, eve dönmek için padişahtan izin istemiş. Güzel geçirilen zamanların ardından misafirler deniz kıyısından, büyük bir sevgi şöleniyle uğurlanmış. Padişah sudan korktuğu için kıyıya çok yaklaşamamış, sadece arkalarından, uzaktan el sallayabilmiş.
Küçük Gülenay annesinin, denizin tüm gücünü ve güzelliğini taşıyan sütünden dört yaşına kadar emmiş. Çocuk o kadar güzel ve sağlıklı besleniyormuş ki büyüdükçe tüm bunlar gözle görülmeye başlamış. Ta ki on beş yaşına geldiğinde gerek bedensel gerekse fiziksel olarak yaşıtlarından her konuda çok farklıymış. İri yarı vücudu, uzun boyu, kara gözleri görenleri büyülerken, konuşması ve her konudaki yeteneği de başka türlü büyülüyormuş.
Oğluna derin bir sevgi ile bağlı olan padişah, artık tahtı oğluna bırakma zamanının geldiğine karar vermiş. Vezirini ve ülkenin ileri gelenlerini toplayıp kararını bildirmiş. Onlar da saygı göstererek padişahın verdiği bu kararı onaylamışlar. Büyük bir tören yapılmış. Gülenay’a bağlılık yemini ettirilerek padişah tacı ona takılmış. Babası Şehrihan, artık tüm yetkinin oğluna ait olduğunu göstermek için oğlunun önünde eğilerek önce yeri sonra, giydiği kaftanın eteklerini; ayağa kalktıktan sonra da ellerini öpmüş ve geçip tahtın sağındaki yerine oturmuş.
Günler günleri, aylar yılları kovalamış. Gülenay tahta geçmesiyle birlikte çalışkan ve güvenilir bir hükümdar olmuş, pek çok yeniliklere imza atmış. Babası da her zaman onu desteklemiş. Gülenay on altı yaşına geldiğinde babası ölmüş. Ana oğul bu derin üzüntüyü kimseye belli etmeden yaşayıp, tam bir ay hiç susmaksızın ağlamış.
Ailesi de Gülbahar’ı ve Gülenay’ı bu zamanlarında yalnız bırakmayıp hep yanlarında olmuşlar. Genç padişah, ölen babasının ardından uzun süre toplantılara katılamamış, ülke işleriyle uğraşamamış. Ancak kendini biraz toparladıktan sonra tahtına çıkıp, ara verdiği işlerle uğraşmaya başlamış. Bu böyle bir yıl sürmüş.
Bir gün Şehzade Melik, kız kardeşini ve yeğenini görmek için saraya gelmiş. Hal hatır sorduktan sonra konu Gülenay’a gelmiş. Gülenay da koltukta yan yatar bir vaziyette oturmaktaymış. Dayısının ve annesinin konuşmalarına katılmamak ve iki kardeşin rahat konuşmasını sağlamak düşüncesiyle, oturduğu yerde gözlerini kapatmış ve uyur gibi yapmış. Dayısı Şehzade Melik, “Sevgili kardeşim, biliyorsun ki oğlun çok yakında on yedi yaşında olacak. Bu yaş artık onun evlenme yaşıdır. Herkesin gözdesi olduğundan, hiç hoş olmayan şeylerle karşılaşması neredeyse kaçınılmazdır. Böyle bir durumla karşılaşmamak için, onu, denizkızlarından biriyle evlendirmeyi uygun gördüm,” diyerek uygun olduğunu düşündüğü kızları saymaya başlamış. Gülbahar, “Yok, onu istemem… yok, bunu istemem…” diyerek kardeşinin söylediği herkese itiraz ediyormuş. Şehzade Melik “Madem saydığım bunca kişiye itiraz ettin, bahaneler buldun, bakalım bu söyleyeceğim kişiye nasıl bir bahane yaratacaksın, merak ediyorum,” demiş. Sonra da aklındaki kişinin adını, kardeşinin kulağına eğilerek yavaşça söylemiş. “Hükümdarın kızı denizaltı sultanı İnci mi?…” diye yüksek sesle bağırmış Gülbahar. “Şişşşt, yavaş. Gülenay’ı uyandırma,” diyerek kardeşini uyarmış Şehzade Melik. Sonra da yine kısık bir ses tonuyla sultanın güzelliğinden bahsetmeye başlamış. “Selvi boylu, endamı güzel, güneş gibi parlak… ama babası o kadar pürüz bir adamdır ki, şimdiye kadar kızını isteyen herkesi, sarayından dövdürterek attırmıştır. Onun karşısına çıkmak zordur. ” “İşte,” demiş Gülbahar, “oğluma layık güzel bir kız.” Bu konuşmalara şahit olan Gülenay’ın ruhunda büyük bir huzur ve heyecan, göğsünde de hızlı hızlı atan bir kalp varmış.
Bütün gece uyuyamayan Gülenay ertesi gün erkenden kalkarak yürüyüş yapmaya karar vermiş. Dayısının yanına gidip ondan, kendisine eşlik etmesini istemiş. Dayı yeğen kumsalda yürürken Gülenay birden durmuş ve dayısına dönerek, “Sevgili dayıcığım. Şu kalbim nasıl atar duyar mısın?” diye sorup devam etmiş, “bir güzele düştü gönlüm, görmeden sersemledim. Bilirim ki inci kadar beyaz, mercan kadar narin şu gönlümün sultanı.” Şehzade Melik yeğeninin, bir önceki gün kardeşi ile yaptığı konuşmaları duyduğunu hemen anlamış. “Sevgili yeğenim. Sen annenle yaptığım konuşmayı mı dinledin gizlice ha?” diye sormuş. “Evet dayı, o kızı anneme o kadar güzel anlattın ki, tez evlenmek istiyorum onunla,” yanıtını alınca “iyi, güzel, hoş da, babası şahın nasıl pürüz bir adam olduğunu bilmiyorsun. İnci’yi sevip onunla evlenmek isteyen pek çok kişiyi saraydan tekme tokat attırdığını da bilmiyorsun tabii. Ona nasıl söyleriz, bu durumu nasıl açıklarız bunu da ben bilemiyorum,” demiş düşünceli düşünceli. “Lütfen dayı, hemen gidelim ve isteyelim İnci’yi. Şimdi anneme danışmaya kalkarsak o, işi çok uzatır, onun için oraya tez varıp, durumu açıklığa kavuşturalım,” diyen yeğeninin ısrarlarına dayanamayan Şehzade Melik, içinde pek çok ismin yazılı olduğu bir yüzüğü parmağından çıkartarak yeğenine uzatmış ve ona “Bunu tak. Bu yüzük, seni denizaltında karşılaşabileceğin tehlikelerden korur ve sana benim sahip olduğum tüm özellikleri sağlar. Haydi, tak ve arkamdan, benim atladığım gibi suya atla,” diyerek suya dalmış ve gözden kaybolmuş, ardından da Gülenay.
Şehzade Melik öncelikle yeğenine, yaşadığı yeri göstermek istemiş. Burası, ön cephesi parıltılı taşlarla örülü büyük bir saraymış. Gülenay dayısının peşinden saraya girerek yaşlı annesinin yanına gitmiş. Saliha sultan bir anda torununu karşısında görünce çok sevinmiş, “Nasılsın sarayımın güneşi, bir tanecik torunum. Ya annen nasıl?” diye sormuş. Gülenay da “Ben ve annem çok iyiyiz. Annem sana sevgi ve selamlarını yolladı,” demiş. Aslında bu yalanmış. Çünkü onun sualtına indiğinden annesinin haberi yokmuş. Gülenay’ın sarayda olduğunu öğrenen kuzenleri de kısa süre içinde saraya dolmuş. Yemekler yenmiş içilmiş. Yukarıdaki dünyadan bahsetmelerini istemişler Gülenay’dan. O da keyifle anlatmış kendi dünyasını. Sonra kuzenler Gülenay’a sarayın o eşsiz güzelliğini göstermek için onunla birlikte salondan çıkmış. Bu durumu fırsat bilen Şehzade Melik annesine çabucak Gülbahar ile aralarında geçen konuşmayı ve bu konuşmaya tanık olan yeğeninin düştüğü aşk acısını anlatmış. Ve “Buraya, kızı babasından istemek için geldi. Ne yaptıysam, ne söylediysem onu caydıramadım,” demiş. “Ah oğlum, sen deniz ülkelerinden birinin hükümdarı olan gaddar Kokoloz’u bilmez misin? Ne kadar küstah, ne kadar sersem olduğunu?… Kızını neredeyse gözünden sakınarak bugüne kadar onu istemek için karşısına çıkan genç şehzadelere nasıl hareket ettiğini ha, bilmezsin? Duyduğumuzda o genç şehzadelere nasıl da acımıştık. Şimdi acınası duruma biz mi düşeceğiz? Sen nasıl olur da, yeğeninin olduğu bir odada, üstelik seni duyabileceğini bile bile İnci’den bahsedersin?…” demiş Saliha sultan. Şehzade Melik, “Evet, ne söylesen haklısın anacığım; ama artık yapacak bir şey yok, olan oldu. Hem neden olmasın, Gülenay da İnci Sultan’ın ailesi kadar tanınmış ve bir o kadar da soylu bir aileye mensup. Üstelik yeryüzünde bir ülkenin güçlü hükümdarı. Bu Kokoloz eğer aptallık yapar da bana ters yanıt verirse, inan onu utandırırım. Bana zengin olduklarını söylerse ben, Gülenay’ın daha zengin olduğunu; İnci’nin güzelliğinden bahsederse, Gülenay’ın daha yakışıklı olduğunu; ‘kızım asil,’ derse Gülenay’ın daha asil olduğunu söyler, bana verecek olumsuz bir yanıt bulamayıncaya kadar da karşısından ayrılmayıp evlenmelerine razı olana kadar beklerim. Madem bu işe ben sebep oldum, sonuç ne olursa olsun, sonuna kadar Gülenay’ın yanındayım,” demiş. Saliha sultan, “Tamam sen git ve elinden geleni yap buna karışmayacağım; ama Gülenay’ın seninle gitmesine ve o kendini bilmez ve edepsiz hükümdarın kötü laflarına maruz kalmasına gönlüm razı gelmez. Hadi sen yola koyul ve iyi haberlerle dön,” diyerek, hükümdara verilmek üzere içi değerli taşlar bulunan iki çuvalla yola koyulan oğlunu uğurlamış.
Şehzade Melik yanında iki hizmetkâr ile birlikte safkan bir denizatına binerek hükümdarın sarayının yolunu tutmuş. Kokoloz’un sarayına ulaşınca kapıda bekleyen muhafıza hükümdar ile konuşmaya geldiğini söylemiş, içeri buyur edilmiş ve hükümdarın karşısına çıkarılmış. Hükümdarın karşısına çıkarılınca onun önünde eğilmiş sonra da adamlarına, getirdikleri mücevherleri tahtın önüne dökmesini buyurmuş. Mücevherler inanılmaz güzellikteymiş. Kokoloz bu mücevherlere bakmış ve “Söyle bakalım bunlara karşılık, en az bunlar kadar değerli ne istiyorsun benden? Konuş ki senin için istediğin şeyi yapıp yapamayacağımı anlayalım,”demiş. Melik, hükümdarın önünde bir kez daha eğilerek “Ey hükümdarların hükümdarı, imkânsız olduğunu düşünseydim, zaten senin huzuruna çıkmak gafletinde bulunmazdım. Bilirim ki imkânsızı talep etmek bir densizlik olup karşı tarafın hoş karşılayacağı bir davranış değildir. Senden olabilecek bir şeyi istemek için elçi olarak gönderildim. Ey yüceler yücesi hükümdarım, Padişah Şehrihan ve kız kardeşim Gülbahar’ın oğlu olan yeğenim padişah Gülenay, asla değer biçilmeyecek kızın, biricik İncin, mücevherin olan İnci’yle evlenmek istiyor,” demiş. Deniz ülkesinin hükümdarı Kokoloz işittikleri karşısında önce gülmeye, sonra kahkaha atmaya başlamış. O kadar gülüyormuş ki, o sırada oturduğu koltuktan sırtüstü yere düşmüş. Yattığı yerden ayaklarıyla yere vurarak daha da coşturuyormuş kendini. Sonra birden sakinleşmiş, kalkıp tahtına oturmuş. “Seni ve aileni çok iyi tanırım Melik, ama bu kadar aptal olduğunuzu bilmiyordum. Sen de, benden bunu istemek için seni buraya gönderen ailen de çok aptalsınız. Böyle bir istekle karşıma nasıl çıkarsın, bu ne cesaret?…” diye kükremiş. Melik, “Hükümdarım, yeğenim Gülenay çok yakışıklı bir erkektir. Sultanım İnci için biçilmiş kaftan. Ayrıca en az onun kadar soylu bir aileden geliyor. Ve o bir padişah. Kızınızı benim yeğenime vermeyip de kime vereceksiniz? Yoksa siz onun evlenmesini mi istemiyorsunuz? Bir kız kurusu mu olacak kızınız?” deyince hükümdar sinirle yerinden fırlamış, öylesine fırlamış ki tahtı yere devrilmiş. “Hepiniz zavallısınız, sen de, kardeşin de, yeğenin de zavallı yaratıklarsınız. Ne cüretle, iki kuruşluk aklınla, karşıma çıkıyorsun aptal aptal…” diye bağırmış ve adamlarına dönerek “tez bu adamı yakalayın, kemiklerini kırıp bir yere kapatın,” demiş ağzından köpükler saçarak.
Muhafızlar Melik’i kıskıvrak yakalayıp yere yatırabilmek için onun üzerine atlamış ama Melik o kadar çevikmiş ki, bir hamlede onların arasından sıyrılıp dışarı fırlamış. Bir de ne görüsün, baştan aşağı silahlarla donanmış ve çelik yeleklerini kuşanmış olarak bekleyen kendi sarayının yaklaşık bin kadar atlı askeri orada öylece durmakta. Melik askerlerin oraya, başına bir şey gelirse korusunlar diye, annesi Saliha Sultan tarafından gönderildiğini hemen anlamış. “İçeri girelim ve o kendini bilmez şahı yakalayalım,” diye haykırmış askerlerine. Sonra önde Melik, arkada atlarından inip kılıçlarını kuşanmış yaklaşık bin asker tahtın bulunduğu salonunun yolunu tutmuş. Hükümdar salona giren Şehzade Melik’i ve arkasından gelen onca askeri görünce kendi askerlerine bağırmış: “Yakalayın şu şaklabanı ve arkasındaki soysuzları.” Salonda öylesine bir çatışma başlamış ki… Kılıç sesleri her yeri inletmekteymiş. Yaralı askerler yardım dileniyormuş.”Saldırın, saldırın,” diye bağırıyormuş hükümdar; ama askerleri, Melik’in askerleri karşısında hiçbir şey yapamıyor, teker teker yere düşüyormuş. Melik tahtın karşısına geçmiş, hiç beklemediği bir anda, kılıcını hükümdarın boynuna dayamış, “Al sana kendini beğenmiş küstah yaratık. Seni burada yok etmek isterdim ama…” demiş. Askerleri Melik’in elinden alıp hükümdarın elini kolunu bağlayıp onu esir almış. Melik, saraya birlikte geldiği ve mücevherleri şahın ayaklarına döken iki adamını aramış ama bulamamış.
Bu arada şehzade Melik’in hükümdarın karşısına ilk çıktığında yanında bulunan ve mücevherleri tahtın önüne seren iki adamı, Kokoloz’un sinirlenip bağırmaya başlamasıyla oradan kaçmış. Kendi saraylarına dönerek Sultan Saliha’ya olanı biteni anlatmış. Bunun üzerine Saliha sultan da atlılarını, Melik’e yardım etmesi için Kokoloz’un sarayına yollamış. Gülenay anlatılanları kapı arkasından duymuş. O kadar utanmış ki, dayısının başına gelenlerden kendini sorumlu tutarak bir daha anneannesi sultanın yüzüne bakamayacağına karar vermiş. Annesinin yanına, sarayına dönmek için oradan gizlice ayrılmış. Fakat gideceği yolu bilmediğinden, şaşkın şaşkın yüzmüş. Bir yerden tenha bir adaya çıkmış. O kadar yorgun hissediyormuş ki, kafasını koyduğu gibi uyumuş. Gözlerini açtığında, bir ağacın tepesinden parlayan mehtabı görmüş. “Gecelerimizi aydınlatmak için ayı yaratan tanrıma şükürler olsun!” demiş yüksek sesle. Sonra daha dikkatli bakınca bunun ay değil; ama en az ay kadar yuvarlak ve parlak bir yüze sahip olan bir kız olduğunu görmüş. Onu tanıdığını düşünmüş. Yoksa, dayısının övgüyle söz ettiği İnci Sultan mıymış o?
“Affedersiniz,” demiş, “neden ağacın tepesindesiniz? Sizi tanıyorum galiba. Aşağı insenize.” Kız, “Ben denizler ülkesi hükümdarı Kokoloz’un kızı İnci’yim. Sarayımdan kaçtım; çünkü Şehzade Melik tüm muhafızlarımızı kılıçtan geçirmiş ve babamı da esir almış. Şimdi de beni arıyor olmalı,” diyerek ağlamaya başlamış. Kızın gözyaşları aşağıda duran Gülenay’ın yüzüne damlamış. Gülenay, “Ey günlerimin ve gecelerimin sultanı. Ben senin denizinin yaşayanı Gülbahar’ın oğlu Gülenay’ım. Görmeden yüzüne vuruldum, işitmeden sesine. Senin esirin oldum, sana âşık oldum bilmez misin?” diye sormuş. İnci bir sıçrayışta ağaçtan aşağı atlamış. “Demek Gülenay sensin ha? Babam kızını senin gibi yakışıklı ve aslan gibi bir kocadan mahrum bırakacak kadar kör mü? Nasıl olur da senin gibi birine hayır der? Ah padişahlar padişahı Gülenay’ım. Benim de gönlüm sana düştü, ben de sana âşık oldum,” demiş. Sonra ona doğru iyice yaklaşmış, saçından bir parça koparmış ve aynı anda da anlamsız kelimeler fısıldamaya başlamış. Bu fısıldayışlar sonunda Gülenay kocaman bir kuşa dönüşmüş. İnci “Sen ve senin ailen yüzünden hizmetimizde çalışan pek çok adamımız öldü. Babam da esir alınıp zincire vuruldu. Şimdi seni sevebileceğimi mi sanıyorsun. Meğer ne aptalmışsın,” demiş kısık ve sinirli bir ses tonuyla ve onunla birlikte adada bulunan yardımcı kadına seslenip kuş haline dönüşen Gülenay’ı Kör Ada’ya götürmesini buyurmuş. “Gitsin ve hayatının sonuna dek orada kalsın. Zaten iki gün sonra açlık ve susuzluktan orada ölür,” demiş. Hizmetkârın gönlü, bu kadar genç ve yakışıklı bir genci adaya hapsetmeye elvermemiş. Sultana “Peki, sultanım” demiş ama Gülenay’ı başka bir adaya götürüp bırakmış. Gülenay ne yapacağını bilmez bir haldeymiş. Uçup memleketine gitmeyi düşünmüş, kanatlarının ağırlığından onları kaldıramamış bile.
Bu sırada o adada bulunan bir kuş avcısı Gülenay’ı görmüş ve ‘Hayatımda hiç böyle büyük, güzel ve renkli tüyleri olan bir kuş görmedim. Bu kuşu hemen yakalamalı ve memlekete dönünce de iyi bir fiyata satmalıyım,’ diye geçirmiş kafasından. Ve düşündüğü gibi, üzerine bir ağ atarak onu yakalamış, ülkesine dönüp iyi bir fiyata ülkesinin padişahına satmış. Padişah satın aldığı kuşu eşine göstermek için eşini yanına çağırmış. Fakat sultan hanım kuşu görünce “Aman Allah’ım bu bir insan. Üstelik bir o da bir padişah,” deyip, “bütün ülke bu dedikodu ile çalkalanıyor padişahım. Anlamadın mı sen bunu? Hiç bu kadar büyük bir kuş olur mu?” diye eklemiş. Sonra da büyücülük yeteneğini kullanarak onu insan haline geri getirmiş. Gülenay başından geçenleri padişaha ve eşine anlatınca padişah, Gülenay’ın ülkesine dönmesi için ona yardım etmeye karar vermiş.
Emrine verilen büyük bir gemiyle aylar sonra ülkesine dönen Gülenay, saraya döndüğünde, annesinin geçen onca zamana rağmen kendisi için hâlâ ağladığını görmüş. Dayısı, anneannesi ve teyzeleri de annesi ile birlikte üzüntü içindeymiş. Gülenay’ı görünce hepsi çok sevinmiş ve ülkede şenliklerin başlaması için emirler verilmiş.
Bu arada, denizler ülkesi hükümdarı Kokoloz’un kendi sarayında esir tutulduğunu öğrenen Gülenay, esiri yanına çağırtmış. Kokoloz’dan olanlar için özür dileyip, saygıyla önünde eğilmiş. “Tez çözün ellerini, artık esir değil, sarayımın konuğu olarak burada bulunmakta,” diye buyurmuş. Elleri çözülen Kokoloz, “Ben de, saraya geldiğinde kafamı vurdurursun sanıyordum, yanılmışım,” demiş ve eklemiş: “sen kızıma layık, iyi bir adamsın. İyi bir yüreğin, aydınlık bakan güzel gözlerin var, eğer olanlardan sonra hâlâ kızımla evlenmek istiyorsan, ben bu evliliğe razıyım.” Gülenay, “Kızınız yaptığı büyüyle beni bir kuş haline getirdi. Sonrası uzun hikâye; ama büyü işlerinden anlayan bir hanım sultan tarafından eski halime döndürüldüm ve yine onların yardımları sayesinde ülkeme dönebildim. Başımdan geçen onca kötü şeye rağmen, kızınızı her şeyden daha çok sevmeye devam etmekteyim. Eğer kızınız İnci Sultan da beni isterse, ülkemde görülmemiş bir düğün yaparız ve onu hayatının sonuna kadar mutlu yaşatırım,” demiş.
İnci sultan, yanında bulunan hizmetkârıyla birlikte, denizaltı sarayından kaçarak yaşamaya başladığı adadan Gülenay’ın sarayına getirilmiş. Babasını sağ salim gördüğü için çok çok mutlu olmuş ve “Canım babacığım, senin öldüğünü sanıyordum,” diyerek sevinç gözyaşları dökmüş. Kokoloz kızına, “Artık kötü günler geride kaldı. Ağlamak, sızlamak yok. Bak Gülenay benim esaretime bir son verdi ve hâlâ sende gönlü var, ya sen ne dersin?” diye sormuş. “Benim gölüm de Gülenay’a düştü. Onu gördüğümden beri unutamadım. Ama seni ondan kurtarmak için kuş kılığına soktum, şimdi pişmanım,” demiş.
Sarayda evlilik hazırlıkları başlamış. Ülkenin en değerli taşlarından hazırlanan güzel bir gelinlik dikilmiş İnci sultana. Saçlarına takılması için de denizin en değerli incileri çıkartılmış ve onlardan güzel bir taç hazırlanmış.
Düğün kırk gün kırk gece sürmüş. Gülenay ve İnci’nin isimleri Ay, Yıldız ve Deniz olan üç çocuğu olmuş ve hep birlikte hayatlarının sonuna kadar çok mutlu yaşamışlar. Gülbahar Sultan ve onun ailesi de deniz altında uzun ve sağlıklı bir hayat sürmüş.
Anadolu Masalları
Hasan Öztoprak-Özlem İşbilir
Kafekültür Yayıncılık
2012