Aç Bars Hikâyesi
Uygurca Altun Yaruk Sudur Kitabı’ndan…
Bu eser masal türünden kabul edilebilir. Uygurca Altun Yaruk Sudur’un 26. Bölümü (onuncu kitap) içerisinde (10. kitabın 6. ve 15. varakları arası.) yer alan Aç Bars Hikâyesi’dir. Aslen Sanskritçedir. 8. yüzyılda Çince, muhtemelen 11. yüzyılda da Uygurcaya çevrilmiştir. Çeviren Şingko Şeli Tutung’dur. Uygurca nüsha, çevirmen veya müstensihler tarafından eklemeler yapıldığı için Çince metne göre daha ayrıntılıdır. Bu eserde Altın Yaruk Sudur’un St. Petersburg yazması esas alınmıştır. Tüm bu bilgiler ve metin Zemire Gulcalı’nın yüksek lisans tezi olarak hazırladığı ve daha sonradan kitaplaşan “Eski Uygurca Altun Yaruk Sudur’dan Aç Bars Hikâyesi” adlı eserden alınmıştır. Eserde dil incelemesi ve dizeler halinde bulunan metin burada düz yazı formatında kullanılmıştır.
Çok eski devirlerde bu Çambudivipa dünyasında Maharatha adlı bir hükümdar var idi. O, Maharatha hükümdar, son derece zengin idi. Ambarları tahıl ve mal mülk ile dolu olup mükemmel bir kahraman ve nişancı askeri gücü var idi. Dört bir yanındaki yerleri kendine tabi kılmış, çoğunluğa kendini saydırtmış, daima doğru kanun ve öğretiye göre halkına önderlik edip çevresindeki bütün halkını çoğaltmış, her tarafını düşmandan arındırmış idi. O, böylesine parlak, haşmetli, güçlü, kuvvetli, hükümdarın büyük hanımından doğmuş, görünüşü sevimli, güzel yüzlü üç oğlu var idi. Büyük oğlunun adı Mahabala idi. Ortanca oğlunun adı Mahadeva idi. Küçük oğlunun adı Mahasattva idi. Bir gün o gükümdar üç oğlu ile dışarıya, kırlara, ormana eğlenceye gitti. Oraya ulaşup eğlenip neşelendikten sonra üç prens çiçek, meyve ve yemiş toplamak için babaları hükümdardan rica edip orada kaldılar. Oraya buraya, öteye beriye yürüyerek büyük, kamışlı, koyu bir ormana girip sonra orada dinlenmek için oturdular. Dinlenmeye oturduklarında en büyük prens, iki küçük kardeşine şöyle dedi:
“Ey küçük kardeşlerim, benim bugün içimde çok korkum var, öyle olmasın ki bu orman içinde vahşi, yabani hayvanlar var olup biz ise yok olacak, eziyet çekeceklerden
İkinci prens şöyle dedi:
“Lütfen dinle ağabeyim ki benim bu vücudumu esirgeyesim hiç gelmez, yeter ki bize nasılsa sevdiklerimizden ayrılma eziyeti olmasın diye korkuyorum.”
Bu sözü duyan üçüncü prens Mahasattva iki ağabeyine şöyle söyledi:
“Burası evliyaların bulunduğu yerdir, benim hiç korkum yok, ayrılık kaygım da yok, fakat vücudum büyük sevinçle dolmaktadır, biz daha iyi sevabı bulacak mıyız?”
O zaman bu üç prens kendi akıllarından geçen sözleri konuşup, kalkıp o ormanın daha iç taraflarına doğru girdiler. Öylece yürüyüp yeni yavrulamış bir dişi kaplan gördüler, o aç kaplan yavrulayalı yedi gün geçmişti, yedi yavrusu onu çevreleyerek, açlık ve susuzluktan sıkılıp zayıflamış, bitkin düşmüş, vücudu yorulup, gücü kuvveti tükenmiş, neredeyse ölmek üzere yatıyorlardı.
Büyük prens Mahabala bunu görüp şöyle dedi:
“Ey zavallı dişi kaplan, yavrulayalı yedi gün olmuş, yedi yavrusu onu kuşatıp, yiyecek isteyip de bulamayınca. Açlık susuzluk eziyetinden sıkılıp, yine dönüp kendi yavrularını yemek üzeredir, bu kadar zavallı bir canlı olur mu?”
Bu sözü işiten Mahassattva prens ağabeyi prense:
“Bu kaplan ne yer, her zamanki yiyeceği nedir?” diye
Ağabeyi prens şöyle cevap verdi:
“Kaplanın, vaşağın, aslanın, kurdun, yabani hayvanın, tişkinin yemeği ise sadece sıcak et ve kandır, bundan başka yiyecek, içeceği yoktur ki bu zayıflamış aç kaplanı diriltsin.”
Bu sözü işiten ikinci prens Mahadeva bilinçsizce şöyle dedi:
“Bu, böylesine zayıflamış, bitkin, aç kaplan, açlık susuzluk eziyetiyle son derece sıkılıp neredeyse ölmek üzeredir, bizden başka kim olabilir buna uygun yiyecek içeceği gösterecek? Kim bu zavallı canlı için vücudunu feda ederek bunun hayatını devam ettirebilecek?”
Bu sözü işiten büyük prens yine ortanca kardeşine:
“Ey kardeşim, servetten vazgeçmek zor, işten eşyadan vazgeçmek zor, fakat hiçbir şey candan vazgeçmek kadar zor değildir.” dedi.
Bu sözün hemen sonrasında Mahasattva prens şöyle dedi:
“Ey ağabeylerim! Biz hepimiz şimdi canımıza, vücudumuza son derece bağlanmışız, fakat yine başkasına fayda sağlayacak olan, bilgili ve aydınlık gözümüz yok mu oluyor acaba?”
Yine öylesi yüce merhametli gönüllü mübarek insanlar var ki onlar daima kendi vücutlarını feda edip canlılara fayda sağlarlar. Bunca sözü ağabeylerine söyleyip sonra kendi gönlünde şöyle düşündü:
“Kaldı ki bu benim vücudum yüz bin varlık şeklinden beri önemsiz, faydasız olup ne kadar süredir çürüdü, ayrıca asla kıymetsiz olup, nasılsa hiçbir fayda getirmedi. Nasıl bugün bunun gibi gerekli, kullanılacak yer bulup, böyle kötü kokan, gereksiz bedenimi fırlatılmış, tükürük ve sümük gibi bir yana bırakıp bu zavallı aç kaplana niçin umut, sığınak olmayayım diye bu şekilde düşünüp ağabeyleri ile konuşma sırasını geçirdikten sonra o kaplana ayrı ayrı merhametli gönül besleyip ona acıdılar. Fakat onların arasında özellikle Mahasattva prens o kaplanın açlığını, zayıflığını, eziyetini tam olarak izleyip, etrafında dönüp dolaşıp gözünü ondan hiç ayırmadan uzun süre dikkatlice bakıp, durup sonra bakmayı bırakıp, başka tarafa yürüyüp gittiler. Sonra o vakit Mahasattva Bodhisattva yürüyerek şöyle düşündü:
“İşte, şimdi tam düşündüğüm gibi vücudujmu, hayatımı adayacak zaman çıkageldi. Niçin diye sorulursa, ki ben ezelden beri bu kötü kokan, kanlı, irinli, sevimsiz, iğrenç vücuduma böylece inandım, yiyecek, içecek, üst baş, ev bark, at, fil, araba, yük hayvanı, mücevher ve servete taptım; yok olma, bozulma yaradılışlı olduğu için bu beden daima bozuldu, çürüdü, her halükarda bu vücudu koruyup, ona değer verip bozulmasını asla önleyemedim, ne kadar uğraşıp vücudumu beslediysem de tıpkı kötü bir düşman gibi tekrar beni mahvedip yenerek mutsuz etti, benim gücümü sonuçsuz kıldı. Onun için böyle bilmek gerek: Vücut ise dayanıksız ve geçicidir, kendine karşı faydasızlığından dolayı kötü düşman gibi korkunçtur, iğrenç ve kirli oluşu bakımından pis gübre yığını gibidir, onun için ben bugün bu vücudumu kullanarak olağanüstü büyük bir iş yapayım. Samsara denizi içinde gemi olayım, kendimi doğum-ölüm girdabından dışarıya çekip çıkartayım.” diye düşündü.
Ardından yine hemen şöyle düşündü:
“Eğer şimdi bu vücudumu feda edersem, sonra sayısız günahları, çıbanı, irini, kanı, hastalığı, korkuyu, hepsini terk etmiş olurum ve yine bu vücut ise otuz altı türlü pislikle dolu, su üstündeki köpük gibi dayanıksızdır, bütün böceklerin yığıldığı, kanın, irinin toplandığı yeri, damarlarla sarılmış kemikler ile bağlanmış, son derece iğrenç bir yapıdır. Onun için şimdi bana şu yakışır: Vücudumdan vazgeçip daha yukarısı olmayan, üstteki daimi, ebedi Nirvana’yı istemeli, keder, düşünce ve eziyeti bütünüyle uzaklaştırmalı, doğum ve ölüm döngüsünü sona erdirmeli, tutku bağlarını koparmalı, dhyana gücünü güçlendirmeli, mükemmel eğitim almayı ve iyiliği eksiksiz şekilde tamamlamalı, yüz sevaplı işi işlemeli, bütün bilgililerin aslını araştırmalı, bütün budaların övdüğü zarif ilahi vücudu tanıklamalı, bütün beş dünya canlılarının çocuklarını dua ve hayır, sadaka, zekat, saadetiyle sevindirmelidir.” deyip, bu şekilde ayrıntısıyla düşünüp, sonra Mahasattva prens kararlı bir güçle ayağa kalkıp, büyük istekle, büyük merhamet ederek, kalbini ferahlatıp o iki ağabeyini aklından geçirerek:
“Her nasıl olup da hissederlerse korkup, engel olup isteğime karşı gelmesinler.” diye düşünüp iki ağabeyine:
“Siz azıcık ileri yürüyüverin, ben hemen yetişirim.” diye rica edip, ağabeylerini bırakarak Mahasattva prens kendisi tekrar dönüp, o ormana girip, aç kaplanın önüne varıp, çabucak giysilerini çıkartıp, kamış budağına asıp oldukça sert bir şekilde şöyle söyledi:
“Ben şimdi bütün dünyadaki canlılar için en üstteki mükemmel Budalık arzusuyla tereddütsüz, büyük bir merhametle, bu benim sevdiğim vücudumu terk ederim, bozulmaz, çürümez Budalığı dilerim ki Buda kutsiyeti bütün bilginlerce sevilen, seçilendir. Üç alemin eziyetli denizindeki canlıları çekip, kurtarıp mutlu edeyim.” dedi.
O vakit prens bu şekilde söyleyip, aç kaplanın önünde uzanıp ona kendisini sunarak yattı fakat onun kendisinin büyük merhametli gönlünün parlaklığından dolayı o aç kaplan onu yemeye çalışmadı, Bodhisattva onu görüp, sonra yüksek dağa çıkıp vucudunu aşağıya attı, yere düştüğü zaman Bodhisattva yine şöyle düşündü:
“Fakat bu kaplan zayıflığı ve güçsüzlüğünden dolayı beni yiyemez.”
Sonra Bodhisattva ayağa kalkıp, öteye beriye bakınıp, bıçak arayıp bulamadı, sonra bir kurumuş katı kamış alıp onu atar damarına, boyun damarına batırıp, kan çıkarıp usulca kaplana yaklaştı. Kaplanın yanına geldiği zaman bu ağır, büyük kara toprak, altı türlü titredi; sanki büyük bir yelin eserek göl suyunu vurup dalgalandırması gibi yukarıya ve aşağıya dağıttı, çalkalandı, gökyüzündeki güneş tanrı, Rahu (karanlık perisi) tarafından yutulmuş gibi ışıksızve soluk, renksiz oldu, bütün etraf tamamıyla karardı, kara dumanla örtüldü, gökyüzünden ilahi misk kokulu çiçekler yağdı, ormanın içi çiçeklerle doldu, o zaman yukarıdaki tanrılar bu işi görüp, son derece şaşırıp, Bodhisattva’nın öyle olağanüstü doğum efsanesinden dolayı sevinip onu överek şöyle şiir söylediler:
“Büyük yaratık olabildiniz canlılara sığınak olmak için
Büyük merhametli gönlünüz ile
Eşit görürsünüz canlıları
Tıpkı öz oğlunuz, kızınız gibi
Keskin kuvvetli, sevinçli, cömert ve kutsal gönlünüz ile
Vücudunuzu feda edip
Canlıları ızdıraptan kurtarma
Sevabınız ulaşılmazdır
Siz muhakkak ulaşacaksınız
Ebedi, doğru, mükemmel makama
Ebediyen aşacaksınız doğum ve ölümün sıkı bağından
Kısa zamanda erişeceksiniz eşsiz Buda kutuna
Tereddütsüz tanıklayıp mutluluk bulacaksınız.” dedi.
O zaman o aç kaplan ne zaman Bodhisattva’nın damarından kan aktığını gördüyse sonra o kanı yalayıp etinin hepsini yiyip bitirdi. Yalnız kuru kemikleri arta kaldı. Bu esnada Bodhisattva prensin büyük ağabeyi yerin titrediğini görüp küçük kardeşine şöyle dedi:
“Kara toprak bütünüyle titriyor, ırmaklar dağlar ile beraber, her taraf kararıp ışıksız oldu, güneş tanrı, gökten düşüyor ilahi çiçekler yığın halinde, bu kesinlikle kardeşimizin vücudunu adadığının işaretidir.”
Bu sözü işitip küçük kardeşi şöyle dedi:
“Ben Mahasattva’nın merhametle söylediği samimi sözünü işittim. Demin gördüğünde o zayıf, güçsüz, aç kaplanı, açlık eziyeti çekip yavrusunu yemek üzere olduğunu, onun için şüphelendim kardeşimden ki kardeşim vücudunu feda etmiş midir diye.”
O zaman bu ki prens öyle konuşarak canları acıyıp feryat ederek ağladılar. Sonra hemen geri dönüp ağlayarak az önceki kaplanın yattığı yere vardılar. Oraya vardıktan sonra küçük kardeşleri Mahasattva prensinin elbisesinin kamış budağına asılı olduğunu, kemiklerinin saçlarıyla karışıp darma dağınık durduğunu, akan kanının toprakla çamur gibi yoğrulup yere yapıştığını gördüler. Onu görünce kendilerini o kemiklerin üzerine fırlatıp kendilerinden geçerek yıkıldılar. Bir süre sonra kendilerine gelip sonra ellerini yukarı kaldırıp yüksek sesle feryat ettiler, ağıt yakarak şöyle dediler:
“Güzel, ılımlı ve erdemli kardeşimiz idin ey sevgili, anneme babama kendini sevdirmiş idin ey kardeşim, neden yine beraber çıkıp üçümüz ne diye terk ettin kendini, bizimle varmadın, annemiz babamız bizi görüp sorduklarında biz ikimiz ne diye cevap vereceğiz, üçümüz beraberce ölseydik daha iyi olacaktı, asla bize gerekmez bu vücudumuzun sağ olması.”
O iki prens bu şekilde feryat ederek, ağlayarak yorulup bir süre sonra derhal oradan ayrıldılar. O zaman Mahasattva prensin hizmetçileri:
“Prensimiz gecikti, nereye gitti, hadi gidelim, nasıldı o, arayalım.” diye konuştular. O sırada annesi kraliçe şehirde yüksek bir kulede yatıp uyuyorken çok kötü bir rüya gördü, rüyasında memesi derinden biçiliyor, azı dişleri ağzından koparak düşüyordu, üç güvercin yavrusu, bir doğan tarafından kovalanırken birisi yakalanıp ikisi korkup kaçıyordu. Böylece rüya görüp yatıyorken yerin titremesinden dolayı korkup uyanıverdi. Uyanır uyanmaz o anda korku ve kaygıyla şöyle dedi:
“Ne acaba şimdi bunun sebebi? Kara yer bu kadar titriyor, ırmaklar göller taşıp, ağaçlar sallanıyor, güneş tanrısının ışığı soluklaştı, örtülmüş gibi, gözüm göğsüm seğriyor, eskiden başka türlü sakindi, okla kalbime vurulmuş gibi sıkılıyorum ızdırapla, bütün vücudum titriyor, huzurum hiç kalmadı. Gördüğüm o rüyamın işareti kötüdür, var mıdır acaba geçici, korkunç tehlikeler?”
O arada iki memesinden eriyip süt akı çıktı, bunu görünce daha çok feryat etti. O esnada o kraliçenin bir hizmetçi kızı dışarıda duruyorken yoldan geçen kişiden:
“Prens aranıp henüz bulunamamış.” diye söz işitti. Bunu işitince hizmetçi kız korkup hemen saraya girdi ve kraliçeye şöyle arz etti:
“Kraliçe işittiler mi acaba dışarıda böyle bir söylenti var: Prensi arayıp hala bulamadılar, diye. Bu ne demek acaba?”
O an kraliçe bu sözü işitip, büyük kaygıya kapılıp acıya boğularak gözlerinde dolu yaşı ile hemen hükümdara varıp:
“Ey büyük hükümdar, ben böyle böyle söz işittim, bu ne demek oluyor, yahut bizim sevgili göz bebeğimiz, en küçük oğlumuz Mahasattva’yı kaybetmiş olmayalım?” dedi.
Bu sözü hükümdar işitince ürküp üzüntüye boğularak, ağlayarak:
“Ey eziyet, ey eziyet! Bugün sevgili yavrucuğumu yitirdim mi?” diye göz yaşını silip eşine teselli vererek şöyle dedi:
“Ey azizim! Sen hiç üzülme, ben şimdi hepsiyle beraber çıkıp sevgili çocuklarımı arayayım, varlığını yokluğunu bileyim.” deyip derhal kumandanları ile birlikte hepsi şehirden dışarıya çıkıp, her tarafa dağılıp her yere çocuğu aramak için gittiler. Bu arada bu konuşma daha bitmeden bir kumandan alelacele gelip, hükümdara yaklaşıp:
“Ey büyük hükümdar, üzülmeyin lütfen, iki prens sağ salimdir, en küçüğü Mahasattva prens daha bulunamadı, aranıyor.” diye anlattı.
Hükümdar bu sözü işitip derin nefes alıp şöyle dedi:
“Ey keder, ey keder. Kaybetmişim ben candan sevdiğim sevgili yavrumu, oğlum yeni doğduğunda sevincim az idi, sonra oğlumu kaybedince, acısı büyük oldu, eğer oğlum buraya sağ salim kavuşsaydı, ölsem de gam yemeyecektim hiç.”
Kraliçe bu sözü işitip okla vurulmuş biri gibi kalbi hüzünle dolup feryat ederek şöyle dedi:
“Üç avrum, hizmetçilerle birlikte hepsi beraber ormana gittiler eğlenmek için, hepsinden küçüğü, sevgili oğlum yalnız kalıp gelmezse, mutlaka olacak ayrılık tehlikesi.” diye böylece feryat etti.
O esnada sıraca ikinci kumandanı gelip hükümdara yanaştı ve hükümdar ona:
“Ey kumandan, sevgili yavrum Mahasattva nasılmış?” diye sordu.
O kumandan bu emri işitinci gözlerinden sıcak yaşlar dökülerek, hüzünle ağlayarak ağzı kuruyup, dili damağına yapışıp söz söyleyemedi, cevap veremedi, sessizce durdu. Bunu görüp hükümdar ve eşi acele ederek şöyle sordu:
“Çabuk söylesene ey kumandan! Küçük oğlum neredeymiş, nasılmış? Canım yanıyor ateş içinde yanıyorcasına, aklımı ve kalbimi kaybedip, şaşkına dönüp ne yapacağımı bilemiyorum, benim kalbimi parçalamayın, kırmayın!” dedi.
O zaman ikinci kumandan Bodhisattva prensin vücudunu feda ederek neler yaptığını sırasıyla ayrıntılı olarak arz etti.
Bu sözü hükümdar ve eşi işitip üzüntüyle kendilerini tutamadan feryat ettiler. Oğlunun öldüğü yeri görmek isteyip, derhal hızlı koşan atların koşulduğu arabaya binip o kamışlığa gittiler. Ne zaman ki Bodhisattva’nın vücudunu feda ettiği yere geldilerse orada Bodhisattva’nın yaş kemiklerinin oraya buraya saçıldığını görüp, kendilerini birden yere atıp, kendilerinden geçip, tıpkı büyük bir ağacın kuvvetli sert yelle vurulup devrildiği gibi yere düştüler, akıl ve düşüncelerini kaybedip ne yapacaklarını artık hiç bilemez oldular. Sonra o zaman o kumandanlar, çevresindeki vezirler, onlara soğuk su serpip onları yelpazeledikten sonra hükümdarı ve eşini ancak kendilerine getirdiler. Kendilerine gelir gelmez ellerini yukarı kaldırıp feryat ederek şöyle ağıt yaktılar:
“Ne zor idi yavrucuğum, güzel canım, ölmek eziyeti nasıl bu kadar erken gelip seni aldı, yakaladı, senden önce ölseydim ey güneşim, görmeseydik böyle büyük acıyı, eziyeti.”
Ondan sonra hükümdarın eşinin baygınlığı azıcık sonra erip, saçı başı dağılıp iki eli ile göğsüne vurarak, tıpkı balığın sudan çıkıp, sıcak kumda yuvarlanması gibi yerde yuvarlanıp şöyle diyerek ağladı:
“Kim idi o kesen sevgili yavrumun vücudunu, dağılıp yatıyor eyvah kalan kemikleri her yerde, kaybetmişim gencimi, sevdiğim yavrumu, keder altında ezilip kımıldayamaz oldum değil mi, kim idi o acava öldüren sevgili yavrum seni, veren bunun gibi keder ve eziyeti, katı elmas değil ki benim bu yüreğim, parçalanmadan, kırılmadan nasıl durur böylece; rüyamda ben bu işareti açıkça görmüş idim: İki mememin beraber dibinden kesildiğini gördüm, azı dişim koparak düşüyor idi, görmüşüm ben açıkça, bu eziyet vaktini, yine gördüm burada başka rüya: üç güvercin yavrusunu; doğan üçünü koşup, bir yere sıkıştırıp birini yakalayarak götürmüştü. Şimdi kaybettim en küçük sevgili yavrucuğumu, bu fena işaretin sonucu hiç yalan olmadı.” deyip böylece ağladı.
Sonra o zaman hükümdar, diğer iki oğlu ile ağlayarak, sızlayarak ziynetlerini çıkarmadan dizilen bütün beyler ile hepsi Bodhisattva’nın geri kalmış kemiklerini topladılar, büyük bir tören düzenleyip onu uğurladılar, ne zaman ki cenaze uğurlama törenini tamamladıktan sonra onu bir stupa içinde sakladılar.
Gulcalı, Zemire, (2013),
Eski Uygurca Altun Yaruk Sudur’dan Aç Bars Hikâyesi,
Ankara:
TDK.