fbpx

Amak-ı Hayal ile Rüyalardan Tasavvufa Bir Yolculuk- Yokluk Tepesi (Parça1)

Amak-ı Hayal ile Rüyalardan Tasavvufa Bir Yolculuk- Yokluk Tepesi (Parça1)

 

Amak-ı Hayal ( Hayalin Derinlikleri)  Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi tarafından 1910 yılında yazılmıştır. Tasavvuf edebiyatının önde gelen eserlerinden biridir. İçinde Budizm ve Zerdüştlük gibi derin felsefi inançlardan da esintiler bulundurmakla birlikte fantastik dünyanın kapılarını da açmaktan geri durmaz. Amak-ı Hayal köken olarak bakıldığında, Arapça ‘gözün iç köşesi, göz pınarı’ mânâsındaki mu’k (مؤق) kelimesinin çoğulu olan âmâk (آماق) ‘pınarlar’ ve ‘imgelem, imajinasyon’ mânâsındaki hayâl kelimelerinden oluşmakta olup, HayalPınarları veya Hayal(in) Derinlikleri olarak çevrilebilir.

Konusuna gelecek olursak Raci adlı kahramanımız hayatın ve felsefenin en derin sorularına cevap aramıştır. Ne felsefeyle ne de inançla sorularının cevabını bulamayan Raci, ümitsizlik ile çıkılmaz boşluğa sürüklemiştir. Böyle bir zamanda bir mezarlıkta kıyafetine bir sürü ayna iliştirmiş bir meczup ile tanışır. Görünürde meczup olan yaşlı adamdan etkilenen Raci düzenli olarak Aynalı Baba ile mezarlıkta buluşur. Aynalı Baba her buluşmada kahve ikram eder ve ardından ney üflemeye başlar. Neyin uhrevi sesi ile kendinden geçen Raci rüyalarında mistik bir yolculuğa başlar. Bu yolculuk Raci’nin hem sorularına cevap olur hem de zaman ve mekan üstü bir dünyada dolaşmasını sağlar…

Böyle bir hikaye ile devam eden Amak-ı Hayal i merak edenler benim tercihim kaknüs yayınları basımını tercih edip okuyabilirler. Bakın Aynalı Baba Raci’yi nasıl yolculuklara çıkarmış.

“Kim bilir şimdiye kadar kaç merkep yükü kitap okudun. Fakat bunlardan ne anladın? Hiç, değil mi? İnsanlar neyi bilirler? Zevk ve bencilliklerinin arzuladığı sanatsal birtakım şeyleri… Fakat hak ve hakikat hususunda ne bilirler? Hiç! Akıl yoluyla hakkı bulmak mümkündür. Fakat bilmek, anlamak mümkün mü? Ne konuşalım? Harfleri bir araya getirerek hikmet bilinebilir mi?”

İşte böyle başlıyor Amak- ı Hayal ve ilk hikaye olarak yokluk tepesi karşılıyor bizi.

 Yokluk Tepesi

(1.Parça )
Kahveleri içtikten sonra Aynalı Baba kulübeden bir ney çıkardı. Hafif hafif, hoş bir şekilde üflemeye başladı. Mezarlığın sessizliği ve neyin hüzünlü sesi bana garip bir zevk veriyordu. Göğsümden bazen hüzünlü, bazen sevinçli ahlar çıkaracak kadar şiddetlenen bu tuhaf zevkte şüphesiz, kahvenin de etkisi vardı. Kendimde acayip değişiklikler hissediyordum. Sanki taşımaya mahkûm olduğum büyük bir yük üzerimden alınmıştı. İçimde büyük bir ferahlama duyuyordum. Aynalı Baba ney taksimini bitirdikten sonra hafif ve Davudi bir sesle gazel okumaya ve ney çalmaya başladı

“Ey can! Yok olacak bu âleme ibretle bak. Gafletten kurtul, meydan boş değildir. Sultan Süleyman ve İskender Han neredeler? Yüzbin senelik ömrü neşe içinde geçirsen de, aslında hepsi “bir an”dan ibarettir. A gözüm! Cihan denen bu bahçe ne güle, ne bülbüle kalacaktır.” Zaten felek, kime isteğine göre yâr olmuştur. Bu gazel ne kadar da etkileyiciydi. Aynalı Baba bu parçayı bitirip de neyi üflemeye başladığı zaman gözlerimden yaş akıyordu. Bunlar özlem ve üzüntü gözyaşları mıydı? Yoksa aşk ve zevk gözyaşları mı? Bunu bilmiyorum. Yalnız çok duygulanmıştım. O anki ruhî ve vicdanî hâlimi anlatmak mümkün değil. Aynalı Baba okumaya devam ediyordu:

Kendimden geçecek dereceye gelmiştim. Baba’nın sesini çok yavaş ve âdeta uzaktan geliyormuş gibi duymaktaydım. Ney, şaşılacak güzellikte sesler çıkarmaya başlamıştı:

“Açgözlülüğe ve hırsa kapılıp nefsin kahrına uğrama. Meşhur biri olma, sonra rahatın kaçar. Allah’ı bilenlerle arkadaş ol, onlardan uzak kalma. Dünya tahtındaki gücünle gururlanma. Kâmil kimseler dünya zevkine kapılmadı. Sonuçta dünyanın bir gölge, boş bir arzu, bir oyuncak ve hayal olduğunu bildiler. Rüyanın gerçekle ne kadar ilgisi varsa, cihanın da zevkle o kadar ilgisi vardır. Herkes aşk eteğini tutarak  Allah’a yaklaştı.” Kulağım çok ağır işitiyordu. Ses sanki çok uzaklardan geliyordu. Yavaş yavaş duygularımdan, daha doğrusu dış âlemden sıyrılmaya başladım. Hiçbir şey görmüyor ve duymuyordum.  Bir süre uykuyla uyanıklık arasında öylece kaldım. Fakat bu durum çok sürmedi. Kafam çalışmaya başladı. Görünüşte birşey hissetmememe rağmen kendimi garip bir âlemde görmeye başladım. Hayalin derinliklerine dalmıştım. Gözlerim kapalı olmasına rağmen görüyordum. Kendimi, yaşadığım memlekete benzemeyen bir ovada görüyordum. Ova, tam olarak seçemediğim birtakım otlarla örtülüydü. Sazlığı andıran uzun otlar arasında çeşit çeşit hayvanlar dolaşıyordu. Bunların bazısı canavardı. Fakat ben onlardan korkmuyor, korkusuzca yoluma devam ediyordum. Ara sıra bana birşeyler söyleyen bir arkadaşım vardı yanımda. Fakat cismini göremiyordum. Birşey sormak isteyince soruyor ve cevabını alıyordum. Saatlerce yürüdük. Sonunda yoruldum. Görünmeyen yol arkadaşıma nerede bulunduğumuzu ve nereye gittiğimizi sordum. “Hindistandayız. Yokluk tepesine gidiyoruz.” dedi. Ona uyarak yoluma devam ettim.

Bir süre sonra karşımıza bir dağ çıktı. Yüksek, çok yüksek bir dağdı. Bir müddet yürüdükten sonra dağa ulaştık. O sırada gümüş gibi parlayan bir dereciğin kenarında bir kulübe göründü. Arkadaşım oraya doğru gitmemi söyledi. Kulübeye gittim. İçinde genç bir adam vardı: -Ne istiyorsun, dedi.  Fakat ben ne istediğimi bilmiyordum. Arkadaşım cevap verdi: -Yokluk tepesini görmesi için getirdim. Lütfen onun kılavuzu olun! Genç adam, memnun bir ifadeyle bana baktı. Elimden tuttu ve: “Gel!” dedi. Bir ağacın gölgesine oturduğumuzda bana: -Yokluk tepesine insanların binde biri, yüzbinde biri çıkabilir. Zira ona ulaşmak için insanın kendine hakim olması lâzımdır. Bir kimsenin kalbinde arzu ve istek olursa yarı yolda kalır. Oraya yalnızca canlı cenazeler çıkabilir. Sen kendinde böyle bir güç hissediyor musun? dedi.
Dayanıksız ve sabırsız fakat iyi niyetli bir insan olduğumu, söyledim. -Yazık, dedi. Zaten insanların çoğu böyledir. Hele bir girişimde bulunalım, belki başarırız. Beni tekrar elimden tutarak kulübeye götürdü ve:  -Bugün misafirimsin. Yarın sabah yola çıkanz. Şimdi vaktimizi öldürmemek için biraz konuşalım istersen? dedi. İsmimi sordu:  -Raci, dedim. Bu insana büyük bir saygı duymaya başladım. Ben de sıkıla sıkıla ismini sordum. -Buddha Gotama Sakyamuni, diye cevap verdi. Bu insanın, insanoğlunun en büyüklerinden biri olduğunu, kitaplardan öğrenmiştim. Evet, Buddha’nın huzurundaydım. Saygıyla ayağa kalktım ve elini öpmek istedim. Engel oldu. -Eğer bunu benim için yapıyorsan, bil ki ben bir hiçim. Benim nazarımda övgü de yergi de birdir. Kendin için yapıyorsan, kalbindeki sevgi yeter de artar bile, dedi. Ertesi sabah erkeden yola çıktık. Buddha elimden tutuyordu. Yokluk tepesinin etekleri, dünyada, -daha doğrusu dünyayı basit bir gözle seyrettiğimizde- görülmesi mümkün olmayan bir güzelliğe sahipti

 

Devamı bir sonraki yazıda…. Linkine de buradan ulaşabilirsiniz…

Muzip Masal Cini

Muzip Masal Cini

Masallar üzerine ve masallara dair her şeyi heybesine doldurmuş bir masalcıdır Muzip Masal Cini. Bu bakımdan kendi masallarını ve Ribelyus adlı masal evreninde yaşananları naklederken başka hikayelere de misafir olur. Uzun lafın kısası masalların anlatılmayıp unutulmaya yüz tuttuğu bu yüzyılda yeniden masal anlatabilmek adına beyhude mücadeleye girmiş bir hayal kahramanıdır. Aynı zamanda anlatıla anlatıla günümüze kadar yolculuğuna devam eden masalların toplanması, derlenmesi ve arşivlenmesi gibi çalışmaları kendine görev addetmiştir. Muzip Masal Cini hem masal yazmak hem de unutulmaya yüz tutmuş masalları kayıt altına alıp arşivlemek üzerine hayat bulmuş bir hayali kahramanın gerçek dünya ile masalsı mücadelesidir.

1 Yorum

Yorum Yapın

Eposta adresiniz yayınlanmayacak.