fbpx

Written by 10:33 Kazdağı Masalları

Bilginin Değeri ( Kazdağı Masalları)

Bilginin Değeri ( Kazdağı Masalları)

Bir zamanlar, Kazdağları’nda çalışkan bir çiftçi varmış.

Zeytincilik yaparak pek çok altın kazanmış. Yıllar geçip yaşlanınca Can adındaki oğlunu yanına çağırıp demiş ki:

– Oğlum, artık ben çok yaşlandım. Zeytin toplayacak halim de kalmadı. Ama senin uzaklara gidip ticareti öğrenmeni istiyorum. Sana bin altın vereceğim. Bu parayla neler alıp neler satman gerektiğini öğrenirsin. Paranı akıllı değerlendir ve unutma ki dünyada altından daha değerli hiçbir şey yoktur.

Oğlu altınları yanına alıp gezgin tüccarlarla birlikte İzmir’e doğru yola çıkmış. Ama diğer tüccarlar mal arayıp dururlarken o şehri dolaşmaya başlamış. Gezerken gördüğü büyük bir okul görünce görevliye sormuş:

-Beni bu okula kabul eder misiniz?

– Tabii. Bu okulda çocuklar bilim öğrenir. Öğrenmek herkese açıktır.

-Ben de bilim öğrenmek istiyorum, diyerek okula kaydolmuş ve yanındaki bütün altınları da bağışlamış.

Tüccarlar gitmiş, Can okulda derslere girerek kendini geliştirmeye başlamış ve kısa sürede her şeyi öğrenmiş.

Dersler bitince de öğretmeni onu köyüne uğurlamış.

Can evine dönünce anne ve babası çok sevinmiş. Babası sormuş:

-Anlat bakalım oğlum, ticaretten neler kazandın? Sana verdiğim altınları kaç katına çıkardın?

– Kusura bakma babacığım, diye yanıtlamış Can, ben tek bir altın bile kazanmadım. Tüm altınları harcadım, ama çok değerli bir hazineyle döndüm. Bir yıl boyunca okula gittim. Verdiğin bin altını da bilim için harcadım.

-Ah benim akılsız oğlum, diye bağırmış babası, sen benim öğüdümü hiç dinlememişsin. Sana dünyadaki en değerli şeyin altın olduğunu söylemiştim. Şimdi söyle bana, okuma yazmayla nasıl geçineceksin?

– Hayır baba, ben boşuna okumadım. Bilim, ticarette başarı kazanmamı sağlayacak. Sen bana bin altın daha ver, hemen ticaret yapmaya gideyim.

Altınları alan delikanlı tüccarlarla yine yola düşmüş. Yine mallara bakmadan şehri gezmeye başlamış. Gezinirken uzaklardan güzel bir müzik sesi duymuş. Sesin geldiği yöne gidince bir müzik okulu görmüş. Öğretmene giderek eğitim almak istediğini söylemiş ve önce yaptığı gibi okula kaydolarak bin altını bağışlamış.

Okulda müzik yeteneğini geliştiren Can, müzik aletlerini herkesten daha güzel çalmayı öğrenince de öğretmeni köyüne yolcu etmiş onu.

Can yine evine dönmüş. Babası sevinçle yine sormuş:

-Oğlum, bu sefer paraları değerlendirdin ve ticareti öğrendin değil mi?

– Üzgünüm baba, Bu sefer de hiç para kazanamadım.

Bütün paramı da yine okula yatırdım. Ama bütün müzik aletlerini çalmayı öğrendim.

-Aman Tanrım, diye yine isyan etmiş babası, nasıl olur da müziğin altından daha değerli olduğunu düşünebilirsin …

– N’olur kızma bana babacığım. Bana son kez bin altın daha ver. Bu sefer gerçekten ticareti öğrenip geleceğim.

Babası Can’a yine bin altın daha vermiş. Altın kesesini alan Can yine tüccarlarla yola çıkmış. Uzun bir yolculuktan sonra geldikleri şehirde mal bulup almak için dağılmışlar. Ama yine onlardan ayrılan Can dolaşırken bir satranç okuluna rastlamış ve yine tüm altınlarını okula bağışlayıp kaydolmuş.

Bir yıl sonra satranç ustası olarak köyüne dönen Can’ı gören babası demiş ki:

-Kaç altın kazandın oğlum? Sakın yine ‘param yok’ deme, acı bana.

– Gerçekten de param yok baba. Tüm altınları harcadım ama bu kez zekamı geliştirmek için satranç oyununu öğrendim. Yeni kazancım bu.

Oğlunun bu sözlerine çok kızan babası,

– Demek üç bin altını boşuna harcadın! diye bağırmış.

Artık sana verecek param kalmadı. Nereye gidersen git, ne yaparsan yap.

Baba evinden kovulan Can şaşırıp kalmış. Artık 18 yaşında güçlü bir delikanlı olduğu için tüccarlar kervanına hizmetçi olarak katılmaya karar vermiş. Uzak ülkelere gidecek bir kervana başvurmuş.

Kervancı başı ona boğaz tokluğuna çalışabileceğini söylemiş. Can da kabul etmiş ve yola çıkmışlar.

Az gitmişler uz gitmişler kervanın yolu susuz bir çöle düşmüş. Herkesin susuz kaldığı bir an eski bir kuyu görmüşler. Kuyunun dibinde parlayan suyu görünce de çok sevinmişler. Kuyuya iple kova indirip su çekmeyi denemişler ama ip kopunca kova derin kuyuya düşmüş.

Bunun üzerine hizmetçi Can’a,

-Delikanlı, demişler, kuyuya in ve dipteki kovayla bize su gönder.

Can kuyuya inmiş ki, ne görsün. Kuyunun dibinde parlayan su değil, altın paralar. Kovaya altınları doldurup ipe bağlamış. Kovayı çeken kervancılar da kova dolusu altını görünce şaşırıp kalmışlar.

-Orada bunlardan daha var mı delikanlı? diye sormuşlar Can’a.

– Var. Daha çok var, diye seslenmiş Can.

Kervancılar on kova altın çekmişler kuyudan.

– Tamam, başka kalmadı, diye bağırmış Can, beni de çekin artık buradan.

Ama paragöz kervancılar düşünmüşler ve,

-Artık onunla işimiz bitti, diye konuşmuşlar aralarında.

Hem belki altınlardan pay ister, diyerek çocuğu kuyunun dibinde bırakıp yola koyulmuşlar.

Kuyuda çaresiz kalan Can çevresine bakınırken bir demir kapı görmüş. Kapıyı açıp bir odaya girmiş. Odanın köşesinde yaşlı bir cin uyuyormuş. Cini gören delikanlı,

– Eyvah! Ben kimin hazinesini kovaya doldurmuşum, diye korkuyla söylenmiş.

O sırada duvarda asılı duran bir kaval gözüne ilişmiş. Kavalı alıp çalmaya başlamış. Müziği duyan yaşlı Cin,

-Sağ ol delikanlı, demiş Can’ a, ben yüzyıllardır burada oturup hazineyi koruyordum. Bu yüzden körleştim. Senin güzel müziğin gözlerimi açtı. Yeniden doğmuş gibi oldum. Kimsin sen? Bu iyiliğin için ne dilersen dile benden.

– Ey kuyunun sahibi, benim hazineye ihtiyacım yok.

Senden tek isteğim, beni kervanıma yetiştirmen.

Can, bu sözleri söyler söylemez kendini kervanda bulmuş ve sessizce görevini sürdürmeye başlamış.

Kervanbaşı Can’ı görünce şaşırmış ve kaygıyla düşünmeye başlamış. Can’ dan kurtulmak için aklına kurnazca bir plan gelmiş. Karısına yazdığı bir mektubu Can’a vererek demiş ki:

-Şimdi şu ata bin ve doğruca şehre git. Bu mektubu karıma ver. Ona yaptıkların için seni ödüllendirmesini yazdım.

Can mektubu alarak ata binmiş ve yola çıkmış. Giderken kervancının kendisine bir hile yaptığını düşünerek mektubu açıp okumaya başlamış:

-Karıcığım, eve büyük bir hazine getiriyorum. Hazinenin tümüne sahip olabilmemiz için bu mektubu sana getiren çocuğu öldürtmelisin. Kızımıza da selam söyle, dönünce ona bütün istediklerini alacağım.

Can gülümsemiş. Okuma yazma öğrenmesinin yararını gördüğüne çok sevinmiş. Mektubu yırtarak şöyle yeni bir mektup yazmış.:

– Sevgili karıcığım, Ben bu değerli çocuğun sayesinde hazineye kavuştum. Onu kızımla evlendirmeye de söz verdim. Ben dönünceye kadar tezelden düğünü yapın. Bir hafta sonra hazineyle birlikte orada olacağım.

Can, mektubu kervanbaşının karısına vermiş. Kadın mektubu okuyunca kızına demiş ki:

-Kızım, baban haftaya gelecek. Seni bu delikanlıyla evlendirmek istiyor. Ne dersin?

Can’ı görür görmez çok beğenen genç kız bu öneriyi sevinerek kabul etmiş. Hemen o gece düğün yapmışlar.

Can ertesi gün sabah erkenden uyanıp şehri gezmeye çıkmış. Meydanda büyük bir saray görmüş. Çevresindeki kalabalığı da görünce sormuş. İçlerinden biri,

– Bugün padişah sarayda gençlerle satranç oynayacak.

Eğer kim ona üç kere yenilirse hapsedecek. Eğer kim onu üç kere yenerse kazanana güzel kızını verecek. Ama bugüne kadar kimse onu yenemedi.

Can hemen saraya girmiş. Büyük bir salonda vezir ve askerlerle çevrili kocaman bir satranç masası görmüş. Yukarıda oturan padişah Can’ı görünce,

– Delikanlı, sen benden hiç korkmuyor musun? diye sormuş.

– Korkmuyorum, diye seslenmiş Can da padişaha.

Hemen oyuna başlamışlar. İlk iki oyunu kazanan padişah bağırmış:

– Hapse girmek üzeresin delikanlı.

Can hiç karşılık vermemiş ve üçüncü oyunda padişahı mat etmiş. Daha sonraki iki oyunu da kazanınca şaşıran padişah yeni bir oyun önermiş Can’a:

-Bir daha oynayalım! Hazinemin yarısını koyuyorum.

Yine oyuna başlamışlar. Can üç oyunda da padişahı mat etmiş. Yenilen padişah iyice sinirlenmiş:

-Bu sefer hazinemin kalan yarısını da, tahtımı da koyuyorum. Seni tutuklayıp kafese koyacağım ve her şey yine benim olacak.

Yine oyuna girişmişler. Can yine padişahı yenerek ona demiş ki:

-Artık padişah benim! Seni de baş kadı tayin ediyorum.

Kızını da istemiyorum. Çünkü benim karım var. Yarın şehre çok büyük bir kervan gelecek. Kervanbaşını hemen saraya getirin.

Padişah çok dürüstmüş, verdiği sözü tutmuş, padişahlığı Can’ a devretmiş. Kadı olarak da görevini yapmış ve kervanbaşını Can’ın huzuruna getirtmiş.

Saraya giren kervanbaşı padişahı görünce gözlerine inanamamış. Bakmış ki kuyuda bıraktığı, karısına gönderdiği delikanlı karşısında, tahtta oturmuyor mu?!

– Evet kervanbaşı! diye bağırmış Can, önce ölüme terkettiğin sonra da öldürmek istediğin kişiyim ben!. ..

Can saraydaki görevlilere başından geçenleri anlatmış.

Onlar da yasalara göre bu kötü insanın başının kesilmesi gerektiğini söylemişler genç padişaha. O zaman Can demiş ki:

– Kötülükler, zulümler geçmişte kaldı. Kervanbaşı evlendiğim kızın babasıdır. Bu yüzden kayın babamın yaşamını bağışlıyorum. Artık kimseye kötülük yapmayacağına söz verecek.

Ertesi gün Can, anne ve babasını saraya davet etmiş. Babası oğlunun padişah olduğunu görünce,

– Sevgili oğlum! diye sevinçten çığlık atmış, Hiç altının olmadığı halde bu serveti nasıl kazandın?

Babasını çok iyi tanıyan Can demiş ki:

– Öğrendiğim bilgilerle baba … Artık bilimin altından çok daha değerli olduğunu anladığını umarım.

(Alişan Dede’ den)

 

Sarı Kız ve Kazdağı Masalları

Hazırlayan: Cansever Eyüboğlu

Mayıs 2008

Simge Yayın

Visited 1 times, 1 visit(s) today
Close